Oytun Orhan*
Uluslararası politikanın gündemini son aylarda meşgul eden konuların başında Suriye gelmektedir. Özellikle Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri’ye düzenlenen suikast sonrasında tüm gözler Suriye’ye çevrilmişti. Oluşan baskı ortamında Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığı da son bulmuş oldu. Ama bu son, Suriye için yeni bir başlangıç anlamına da geliyordu. Çünkü Suriye üzerindeki baskılar her geçen gün yoğunlaşmaktadır. ABD’nin öncülüğünde yürütülen bu süreç Suriye’nin geleceğinin tartışılmasına neden olmaktadır.
Bu çalışmanın amacı da, Suriye’nin öne çıktığı bu süreçte akla gelen “Neden Suriye?” sorusuna yanıt aramaktır. Bu çerçevede öncelikle Suriye’ye yönelik baskıların öncüsü konumundaki ABD’nin bu ülkeye yönelik politikası anlatılmaya çalışılacaktır. İkinci kısımda 2000 yılından itibaren ABD’nin değişen dış politika anlayışı çerçevesinde Suriye’nin yerine bakılacaktır. Sonuç kısmında ise “neden Suriye, neden şimdi” sorularına yanıt aranmaya çalışılacaktır. Bu kısımda ABD’nin Suriye’den kısa ve uzun vadeli beklentileri tartışılacaktır.
ABD’nin Suriye Politikası
ABD’nin geleneksel Orta Doğu politikası ve çıkarları istikrar, İsrail ve Barış Süreci’nin desteklenmesi, ılımlı Batı yanlısı rejimlerin desteklenmesi, doğal kaynakların kontrolü ve İran, Suriye ve Sudan gibi ülkelerin çevrelenmesidir. Savaş öncesine kadar İran’la birlikte Irak stratejik önceliğe sahip ülkeler iken, Suriye daha ikincil bir önceliğe sahipti.[1] Savaş sonrasında geleneksel yaklaşım varlığını korurken önem açısından bazı değişimler yaşandı. Savaş sonrası ABD-Suriye ilişkileri de bu değişen durum karşısında önem kazanmaya başladı. ABD’nin Orta Doğu bölgesindeki stratejik öncelikleri Suriye politikasını da belirlemektedir.
Irak
Hafız Esad’ın son yıllarında Irak’la geliştirdiği yakın ilişki süreci Beşar Esad döneminde de devam etmiştir.[2] BM yaptırımlarına aykırı olarak Suriye uzun yıllar boyunca Irak’tan petrol ithal etmiş ve bunu uluslararası pazarlara sunmuştur.[3] Güvenliğin yanı sıra bu tür ekonomik kaygılar Suriye’yi ABD’nin Irak müdahalesine karşı çıkan ülkelerin başında gelmesine neden olmuştur. Saddam rejiminin yıkılmasının ardından ortaya çıkan direniş hareketi ise Suriye’ye konumunu güçlendirmek için yeni bir fırsat sunmuştur. Suriye bu hareketi destekleyerek hem ABD’nin yeni hedefi olmayı engellemeyi düşünmüş hem de bölge istikrarı üzerinde önemli bir oyuncu olarak yeni bir koz elde etmiştir. Suriye’nin bu Irak politikası ABD tarafından eleştirilmektedir. Hatta “bu politikaya devam etmesi durumunda ABD’nin yeni askeri hedefi olacağı” yönünde tehditlerle de karşı karşıya kalmaktadır. Bazen Suriye sınırlarına taşan askeri operasyonlar da belki de Suriye’ye davranışlarını değiştirmesi yoksa karşı karşıya kalacağı durum konusunda verilen mesajlar olarak düşünülebilir.[4] Bunun gibi tehditler karşısında her ne kadar Suriye yönetimi Irak sınırında bazı önlemler almış olsa da ABD Suriye’nin Irak politikasından duyduğu rahatsızlığı sürekli olarak vurgulamaktadır.
ABD’nin Orta Doğu’daki stratejik önceliği Irak’tır. ABD Yakın Doğu’dan Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı William J. Burns ABD-Suriye ilişkilerini değerlendirdiği bir konuşmada şu sözleri kullanmıştır: “Açık olalım. ABD için Irak’taki Amerikan ve Koalisyon güçlerinin güvenliğinden daha önemli hiçbir konu bulunmamaktadır” [5] Bu da Suriye’nin Irak politikasının değiştirilmesinin ABD’nin kısa vadede en öncelikli hedefi olduğunu net bir şekilde göstermektedir. Dolayısıyla Irak, şu an için ABD-Suriye ilişkilerini etkileyen en önemli etken durumundadır.
Lübnan
ABD’nin geleneksel Orta Doğu politikasının önemli ayaklarından biri de her zaman İsrail’in güvenliği olmuştur. Lübnan da bu anlamda önem taşımaktadır. Sırf bu ülkede çıkacak bir istikrarsızlığın İsrail’in güvenliğini olumsuz etkileyeceği düşüncesiyle 1976 yılında Lübnan iç savaşını sonlandırabilecek tek güç olarak görülen Suriye’nin Lübnan’a askeri müdahalesine hem ABD hem de İsrail göz yummuştur.[6] Ancak daha sonraki dönemlerde Hizbullah örgütü aracılığıyla İsrail’e karşı Güney Lübnan’da sürdürülen “vekaleten savaş” İsrail’in güvenliğini olumsuz etkilemeye başlamıştır. 2000 yılında İsrail’in Güney Lübnan’dan çekilmesiyle beraber Suriye’nin Lübnan’daki varlığına son vermesi yönündeki baskılar artmış ve bilindiği üzere Hariri suikastı sonrası oluşan baskı ortamını takiben Suriye buradaki askeri varlığına son vermiştir. Ancak Suriye bu ülkedeki uzun yıllara dayanan istihbarat yapılanması ve çeşitli gruplarla oluşturduğu çıkar ilişkileri çerçevesinde etkinliğini sürdürmektedir. ABD’nin amacı Suriye’nin bu ülkedeki etkinliğine tam anlamıyla son vermektir. Bu çerçevede Lübnan’daki Suriye yanlısı siyasal yapıyı yıkarak Batı ile daha yakın ilişki içinde olacak yeni bir yönetim görmek istemektedir. Bu sayede İsrail’in güvenliği sağlanırken Suriye’nin önemli bir güç unsuru da elinden alınmış olacaktır. Ayrıca Hariri suikastı sonrası sokağa dökülen Lübnan halkının demokratikleşme talepleri desteklenerek hareketin başarısının sağlanması da amaçlanmaktadır. Bu sayede Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında demokratikleşme sürecinin tüm bölgeye yayılması anlamında itici bir güç olacaktır. Dolayısıyla Lübnan, ABD-Suriye ilişkilerinde diğer bir önemli etkendir.
Teröre Destek
ABD Başkanı George Bush 24 Haziran 2002 tarihinde yaptığı bir konuşmada “Suriye terörist kamplarını kapatarak ve terörist örgütleri ülke dışına çıkararak terörle savaşta doğru tarafı seçmelidir” diyerek bu ülkenin teröre yaklaşımı konusunda ABD’nin duyduğu rahatsızlığı açıkça dile getiriyordu. Suriye ilk kez 1979 yılında “teröre destek veren devletler” listesine girmiştir. Batı’da genel olarak Suriye’nin terörü bir dış politika aracı olarak kullandığı yönünde bir görüş hakimdir. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın “Küresel Terör” raporuna göre Suriye 1986 yılından bu yana herhangi bir terör eyleminde direk olarak yer almamıştır. Ancak yine bu rapora göre bazı terör örgütlerine barınak sağlamakta ve desteklemektedir. Raporlarda; Şam’da halen Hizbullah, Hamas, İslami Cihad ve diğer bazı radikal Filistinli grupların büroları bulunduğu ve burada faaliyetlerini sürdürdüğü belirtilmektedir.
Suriye’nin ayrıca uzun yıllar boyunca kendi kontrolü altındaki Lübnan’da faaliyet gösteren gruplarla ilişkisi olmuş, İran tarafından Hizbullah örgütüne silah yardımı Şam üzerinden gerçekleşmiştir.[7] Hizbullah’a sağlanan destek ABD’nin Suriye’yi bölgede istikrarı olumsuz etkileyen bir unsur olarak görmesine neden olmaktadır. Suriye’nin Lübnan’daki etkinliğinin sonlandırması yönündeki baskıların bir nedeni de Hizbullah’tır. Bu şekilde örgütün Lübnan içindeki konumunun zayıflatılması ve siyasallaşma sürecine sokulması amaçlanmaktadır. BM tarafından Lübnan’a ilişkin olarak çıkarılan kararlarda “Hizbullah’ın silahsızlandırılması” konusunun vurgulanması da bu nedenledir. Suriye ve dolayısıyla İran etkisinden uzaklaşmış bir Lübnan içindeki Hizbullah nispeten güç kaybedecektir.
Hizbullah örgütünün zayıflatılmasının bu denli önem taşıması İsrail’in güvenliğini etkileme potansiyelinin yüksek oluşu nedeniyledir. Hamas, İslami Cihad gibi Hizbullah da düzenlediği intihar ve füze saldırıları aracılığıyla İsrail’e karşı son derece etkili bir mücadele vermektedirler. Bu nedenle bu örgütlerle ilişki ve sağlanan destek de ABD-Suriye ilişkilerini son derece olumsuz etkilemektedir.
İsrail
Suriye kuruluşundan itibaren her zaman İsrail devletinin varlığına en ciddi muhalefet eden Arap devletlerinden biri olmuştur. 1967 Arap-İsrail Savaşı sonrasında İsrail’in Golan Tepeleri olarak adlandırılan bölgeyi işgal etmesiyle iki ülke arasındaki sorun derinleşmiştir. İsrail ve Suriye arasındaki barış süreci 1990’lı yıllarda başlamış ve en son 2000 yılında ABD arabuluculuğuyla bir görüşme gerçekleşmiştir. ABD Başkanı Bill Clinton, dönemin İsrail Başbakanı Ehud Barak ve ölümünden hemen önce Suriye lideri Hafız Esad arasında gerçekleşen bu görüşmeler küçük bir toprak parçası üzerindeki anlaşmazlık nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Suriye’nin İsrail’le olan bu sorunlu ilişki süreci her zaman ABD-Suriye ilişkilerini etkileyen bir unsur olmuştur. Bunu göstermesi açısından 2000 yılında Hafız Esad’la ABD Dışişleri eski Bakanı Madeline Albright arasında geçen diyalog son derece açıklayıcıdır. Cenevre’deki müzakerelerin ardından Esad’ın “üzerinde çalışacağımız barış süreci konusu kalmadı, artık ABD-Suriye ilişkilerini konuşabiliriz” şeklindeki sözlerine Albright “Başkan, şaka mı yapıyorsunuz. Suriye İsrail’le bir barış anlaşması imzalamadan ABD-Suriye arasında iyi ilişkilerin olabileceğini düşünmüyorum” şeklinde yanıt vermiştir.[8] ABD’nin bu bakışı Suriye ile ilişkileri önemli ölçüde etkilemektedir.
Ancak İsrail-Suriye sorununun çözümü de ABD açısından önceliğe sahip değildir. Özellikle İsrail’in masaya oturma konusunda isteksiz oluşu bunda en büyük etkendir. Bunun nedeni de İsrail’in mevcut durumun devamını istemesidir. Müzakerelere başlanması durumunda Golan’ı bırakması yönünde talepler olacaktır. Ancak uluslararası baskı altında, savunma pozisyonunda olan ve nispeten güçsüzleşmiş bir Suriye’ye Golan konusunda taviz vermek istememektedir. Buradaki konumunu sağlamlaştırmak için sorun daha uzun vadeye yayılabilir. Dolayısıyla ABD-Suriye ilişkilerinde İsrail etkeni varlığını korumaya devam edecek ve sorunun çözülmesi yönündeki yoğun baskılar daha uzun vadede gündeme gelecektir. Ancak bu konu ABD tarafından Suriye politikalarında bir baskı unsuru olarak kullanılmaya devam edecektir.
Kitle İmha Silahları
ABD’de 2003 yılında yürürlüğe giren “Suriye Sorumluluk Yasası”nda Suriye’nin kitle imha silahı geliştirme programlarından duyulan rahatsızlık açık bir şekilde belirtilmiştir. CIA raporlarına göre Suriye’nin yüzlerce FROG roketleri, Scud ve SS-21 füzeleri bulunmaktadır. Kısa ve orta menzilli bu füzelerle İsrail’i vurma kapasitesine sahip olan Suriye biyolojik silah geliştirme programı da yürütmektedir. Ancak biyolojik silah geliştirebilmek için dış yardıma ihtiyaç duyduğu ifade edilmektedir.[9] Yine CIA raporlarına göre [10] Suriye Sarin gazı üretmekte ve hatta daha zehirli gazlar üretmek üzere olduğu belirtilmektedir. Buna paralel olarak Suriye füze kapasitesini de artırmaktadır. Ve yine somut bir gelişme olmamakla birlikte Rusya ile nükleer enerji konusunda işbirliği için uzun süreli anlaşmaları da bulunmaktadır.
Esasen sorun, bu silahlara sahip olmaktan çok sahip olanın Suriye olmasıdır. Çünkü ABD “serseri devlet” olarak tanımladığı Suriye ve diğer bazı ülkelerin kitle imha silahlarına sahip olmasını bölgelerinin güvenlik ve istikrarı açısından tehdit olarak görmektedir. Bu nedenle Suriye’nin kitle imha silahı geliştirme konusundaki politikaları da ABD’yi rahatsız etmektedir.
Demokratikleşme
Büyük Orta Doğu Projesi, genel anlamda 11 Eylül sonrasında ABD’nin birinci tehdit olarak belirlediği küresel terörizmin ve radikal İslamın kaynağı olarak görülen, özellikle Orta Doğu coğrafyasındaki otoriter-totaliter devlet yapılarının demokratikleştirilmesi düşüncesine dayanmaktadır. Suriye de hem siyasal hem de ekonomik anlamda kapalı, tekelci, içe dönük bir nitelik taşımaktadır. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice 15 Şubat 2005 tarihinde New York Times gazetesine verdiği mülakatta Suriye’yi “dünyada tiranlığın son kalelerinden biri” olarak tanımlamıştır. İşte Suriye’nin bu konumu onu Büyük Orta Doğu Projesi’nde hedef ülkeler arasına sokmaktadır.
Beşar Esad 2000 yılında iktidara geldiğinde reform adına önemli beklentiler doğmuştu. Ancak bazı adımlar atılmış olsa da süreç ne ABD ne de Avrupa Birliği’ni tatmin etmemiştir. “Şam Baharı” süreci [11] belli bir süre devam ettikten sonra rejim tarafından sonlandırılmıştır. Bu sürecin başarısızlığa uğramasıyla beraber ABD yönetimi Suriye’deki demokratikleşme süreciyle daha yakından ilgilenmeye başlamıştır. Demokratikleşme yönündeki talepler Irak Savaşı’ndan sonra sıklaşmış, Başkan George Bush’un ikinci dönemiyle birlikte bu konu ABD-Suriye ilişkilerinde önemli bir etken haline gelmiştir. Demokratikleşme ABD açısından kısa vadede çözülecek bir problem değildir. Yani stratejik önceliğe sahip olmayan bu konudaki baskılar ABD’nin Orta Doğu ve özellikle Irak’taki durumunun netleşmesiyle beraber yoğunlaşacaktır.
Suriye Yönelik Baskı Politikalarının Artma Nedenleri
Irak, Lübnan, teröre destek, İsrail’le ilişkiler, demokratikleşme gibi sorun başlıkları ABD’nin Suriye politikasını belirlemektedir. ABD bu konularda Suriye’den politika değişikliği görmek istemektedir. Bu doğrultuda 2000 yılına kadar izlenen politika daha çok teşvike dayanıyordu.[12] Bunun nedeni ise ABD’nin o dönemde önceliği İsrail-Suriye anlaşmazlığının çözümüne vermiş olmasıydı. Bu nedenle Suriye’ye öncelik tanınıyordu. Ancak zamanla şu görüldü ki Suriye’nin politikalarından sadece rahatsızlığın ifadesi fayda sağlamamaktadır.[13] ABD yönetimi içinde etkinlik kazanan görüş, Suriye’yi değişime zorlama konusunda teşviklerin hiçbir yarar getirmediği ve sadece baskı yoluyla bunun sağlanabildiğidir.[14] Böylece ABD’yle işbirliğine gittiği oranda teşviklerin, problem yaratan politikalarına karşılık da belli maliyetlerin ödetildiği “havuç ve sopa” politikası etkinlik kazanmaya başladı.
Suriye’ye yönelik baskı politikalarının artmasında Başkan George Bush yönetimiyle beraber ABD’de yeni muhafazakar olarak bilinen dünya görüşünün ülke politikalarında hakim olmaya başlaması büyük etken olmuştur. 1999 yılında ABD’de yayımlanan bir rapor Suriye’ye askeri müdahalede bulunulmasını savunmaktadır. Bu raporu hazırlayan ve imzalayan yeni muhafazakar kesimden kişiler daha sonra Bush yönetiminde karar alma sürecinde önemli konumlara gelmişlerdir. Bunlar arasında Douglas Feith , Eliot Abrams, Paula Dobriansksy ve Michael Rubin gibi isimler bulunmaktadır. Bir diğer önemli ise David Wurmser’dir. Wurmser daha önce hazırladığı bir raporda amacını açıkça ortaya koymaktadır ki bu da Orta Doğu’da ABD ve İsrail çıkarlarına karşı politika yürüten ulusal hükümetleri yıkmaktır.[15] Wurmser hazırladığı bir diğer raporda Irak, Filistin ve Suriye rejimlerinin yıkılmasını savunmaktadır. David Wurmser, Bush yönetimi sırasında Başkan Yardımcısı Dick Cheney tarafından danışman grubuna Suriye politikalarının belirlenmesi konusunda atanmıştır. Askeri müdahale yoluyla rejim değişikliğine varan görüşlere sahip bu kişilerin karar alma sürecinde etkin konuma yükselmeleri Suriye politikalarında baskı ve izolasyonun etkinlik kazanmasında en önemli etken olmuştur.
Bir diğer önemli etken Irak Savaşı sonrasında Suriye’nin stratejik öncelik sırasının değişmesidir. Aslında Irak eskiden olduğu gibi öncelik sırasını kaybetmemiştir. Ancak şöyle bir fark söz konusudur. Daha önce Irak’ta rejimin yıkılması öncelik taşırken artık tersine Irak’ta siyasal sürecin başarısı önem taşımaktadır. Suriye de direniş üzerindeki etkisi nedeniyle büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle Suriye ABD açısından daha büyük önem arz eden bir ülke olmaya başlamıştır. Bu da Suriye üzerindeki baskının artırılması gereğini doğurmuştur.
Sonuç Yerine: Neden Suriye, Neden Şimdi?
Suriye üzerindeki baskıların, Lübnan’daki etkinliğinin sonlandırılması ve Hariri suikastındaki sorumluluğu konuları üzerinden yoğunlaştırıldığı görülmektedir. Ancak birçok ABD’li yetkili, bölgesel çıkarları açısından Lübnan’ın çok da stratejik öneme sahip olmadığını ifade etmektedir. Her ne kadar bu konular ön plana çıkarılıyor olsa da ABD için bölgede şu an için en stratejik konu Irak’ta istikrar ve güvenliğin sağlanmasıdır. Buradaki demokratikleşme sürecinin başarısı ya da başarısızlığı ABD’nin tüm bölge politikalarını direk olarak etkileyecektir. Irak’ta istikrar denince direniş konusu karşımıza çıkmaktadır. İşte Suriye de bu noktada önem kazanmaktadır. Irak’ta yakalanan ya da öldürülen birçok direnişçinin Suriye’de eğitim gördükten sonra sınırdan Irak’a geçtiği bilinmektedir.[16] Dolayısıyla ABD için öncelikli hedef direnişin bu dış destek boyutunun kesilmesidir. Son dönemde Suriye üzerindeki baskının yoğunlaştırılmasının temel nedeni de bu konudur.
Lübnan konusunun üzerine gidilmesinin nedeni ise bu konunun Suriye’ye baskı uygulamak ve izole etmek için ABD’ye aradığı fırsatı sunmasıdır. Hariri suikastı öncesine kadar ABD ve diğer küresel ve bölgesel aktörlerin Suriye’ye yönelik politikalarında önemli farklılıklar söz konusuydu. Özellikle Avrupa Birliği baskı ve izolasyondan çok teşvik ve diyaloga dayalı bir yaklaşım sergiliyordu. Hatta Suriye, Avrupa Birliği ile bir ortaklık anlaşması imzalama aşamasında idi. Ancak Hariri suikastı bu süreci tersine çevirdi. Bu olay Suriye’ye uygulanacak politika konusunda ortak bir görüşün oluşmasını sağladı. Teşviklerin yarar sağlamadığı ve baskı uygulanması yönündeki ABD politikası etkinlik kazandı. Avrupa Birliği’nin bu eksene kayması Suriye’yi zor bir konuma sokarken, ABD’nin politikalarına da meşru bir zemin hazırlanmış oldu. Dolayısıyla Lübnan ve Hariri suikastı konusu baskı uygulama açısından fırsat sunması anlamında önem taşımaktadır.
Sonuç olarak; ABD’nin Suriye politikasının, şimdilik Şam rejimini zayıflatmak ama son aşamada Beşar Esad rejimini yıkmak olduğunu söyleyebiliriz.[17] Baskının yoğunlaştırılmasının kısa vadedeki hedefi Suriye’nin politikalarında değişim sağlamaktır. Şu aşamada ABD’nin amacının rejimi yıkmak değil Şam yönetiminin elindeki kozları alarak güç kapasitesini azaltmaktır. Kısa vadede Suriye’nin baskı göreceği konular Irak ve Lübnan olacaktır. Ancak bu diğer sorun başlıkları konularında değişim beklenmediği yönünde düşünülmemelidir. Orta ve uzun vadede yukarıda sıralanmaya çalışılan tüm konu başlıkları konusunda baskı görecektir. Tüm bu süreçlerin birbirine paralel olarak işleyeceğini düşünebiliriz. Kısa vadedeki hedeflere ulaşılmasıyla beraber teröre desteğin sonlandırılması ve demokratikleşme konuları muhtemelen Suriye’yi en çok zorlayacak konular olacaktır. Bu süreç uzun vadede Suriye’de bir rejim değişikliğini de gündeme getirebilir.
* ASAM Orta Doğu Uzmanı
[1] M.A. Muqtedar Khan, “Nice but Tough: A Framework for US Foreign Policy in the Muslim World”, The Brown Journal of World Affairs, Cilt 9, Sayı 1, İlkbahar 2002, ss. 359-360.
[2] Suriye-Irak ilişkileri hakkında geniş bilgi için bkz. Oytun Orhan, “Orta Doğu’nun Düşman Kardeşleri: Suriye ve Irak”, Avrasya Dosyası, Cilt 6, Sayı 3, Sonbahar 2000, ss. 180-197.
[3] Tahmini verilere göre Suriye’nin bu ticaretten yılda yaklaşık 1-2 milyar dolar arasında gelir elde ettiği ifade edilmekteydi.
[4] 18 Haziran 2003 ve 2005 yılı ortalarında Suriye’ye taşan askeri operasyonlar bunlara örnek olarak verilebilir.
[5] William J. Burns, “US-Syrian Relations”, Senato Dış İlişkiler Komisyonunda yapılan konuşma, 30 Ekim 2003.
[6] Suriye’nin Lübnan’a müdahalesi ve ABD ile İsrail’in bu konuya bakışı hakkında geniş bilgi için bkz. Oytun Orhan, “Suriye’nin Lübnan’daki Varlığı Sona mı Eriyor?”, Stratejik Analiz, Cilt 5, Sayı 55, ss. 57-64.
[7] Stephen Zunes, “US Policy Towards Syria and the Triumph of Neoconservatism”, Middle East Policy, Cilt 11, Sayı 1, İlkbahar 2004, ss. 53-56.
[8] Discussion With Syrian Foreign Ministry Spokeswoman Buthaina Shaaban at the Saban Center for Middle East Policy, The Brookings Institution, “The Future of Syrian-American Relations”, 18 Haziran 2003.
[9] Stephen Zunes, s. 61.
[10] Central Intelligence Agency, “Unclassified Report to Congress on the Acquisition of Technology Relating to Weapons of Mass Destruction and advanced Conventional Munitions”’den aktaran Alfred B. Prados ve Jeremy M. Sharp, “Syria: Political Conditions and Relations with the United States After the Iraq War”, CRS Report for Congress, 10 Ocak 2005.
[11] Beşar Esad’ın iktidara gelmesini takiben reformcu kesimlerin siyasal ve ekonomik açılım taleplerinde bulunduğu süreç. Taleplere karşılık ülkede önemli bazı adımlar da atılmıştı. Bunlar arasında en önemlileri sivil toplum tartışmalarının yapıldığı toplantılara, bağımsız gazetelerin çıkışına izin verilmesi, özel üniversite ve özel bankaların kurulması, önemli noktalara Batı’da eğitim almış reformcu eğilimli kişililerin getirilmesidir. Bu hareket hakkında geniş bilgi için bkz. Oytun Orhan, “Küreselleşme Kıskacındaki Suriye’de Reform Hareketi”, Stratejik Analiz, Cilt 2, Sayı 13, Mayıs 2001, ss. 33-39.
[12] Flynt Leverett, “Syria-US Policy Directions”, Committe on Foreign Relations United States Senate, 30 Ekim 2003.
[13] Flynt Leverett.
[14] “Syria After Lebanon, Lebanon After Syria”, International Crisis Group Raporu, Middle East Raporu No: 39, s. 8.
[15] Jim Lobe, “New Cheney Foreign Policy Adviser Set Sights on Syria”, Foreign Policy in Focus, 14 Ekim 2003’den aktaran Stephen Zunes, “US Policy Towards Syria and the Triumph of Neoconservatism”, Middle East Policy, Cilt 11 Sayı 1, İlkbahar 2004, s. 53.
[16] Oytun Orhan, “Iraklı Direnişçiler Suriye’de Eğitim Görüyor”, ASAM internet sitesi, Günlük Küresel Değerlendirme, 1 Haziran 2004.
[17] ABD’nin Suriye’ye yönelik politikası konusunda bkz. Moshe Maoz, “Washington and Damascus: Between Confrontation and Cooperation”, United States Institute of Peace, Special Report 146, Ağustos 2005.
Thursday, February 02, 2006
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment