Wednesday, October 27, 2004

İsrail Parlamentosunda Tarihi Oylama

İsrail parlamentosu (Knesset), Başbakan Ariel Şaron’un tek taraflı Gazze’den çekilme planını onayladı. Knesset, İsrail’in 1967 yılında işgal ettiği ve Filistinlilerin devlet kurma iddiasında bulundukları topraklardan ilk kez geri çekiliyor. Dolayısıyla Knesset’in Şaron’un planını yani Gazze’deki tüm ve Batı Şeria’daki dört Yahudi yerleşim biriminin boşaltılmasına onay vermesi tarihi nitelik taşıyor. Planın diğer bir ilginç boyutu da planın, Yahudi yerleşimci politikasının fikir babalarından Ariel Şaron’a ait olması ve Yahudi yerleşimcilerle Şaron’u karşı karşıya getirmiş olması.

Ariel Şaron tarafından sunulan “Gazze Planı”, Knesset’te iki gün süren yoğun tartışmaların ardından 120 üyeli parlamentodan 67 kabul oyunun çıkmasıyla beraber kabul edilmiş oldu. Verilen 45 ret oyu içinde Şaron’un kendi partisinin içinden 17 kişinin bulunması hem dikkat çekici hem de mevcut hükümetin geleceği açısından soru işaretleri doğuran bir durum. Bizzat kabinenin içinde olan ve aralarında parti içinde Şaron’un en büyük rakibi olarak gösterilen Netanyahu’nun da bulunduğu birkaç bakan planın referanduma götürülmesi teklifinde bulunmuş aksi takdirde kendisiyle beraber üç bakanın daha istifa edeceği tehdidinde bulunmuştu. Şaron tüm bu baskılara rağmen Knesset de oylamaya gitti ve İşçi Partisi’nin de desteğiyle planın onaylanmasını sağladı. Böylece Şaron planın uygulanması konusunda önemli bir güç kazanmış oldu.

Şaron ve onu destekleyenler, planın Knesset’te onaylanmasıyla beraber artık geri adım atmanın imkansız olduğunu ve geri çekilme sürecinin işleyeceğini düşünüyorlar. Gerçekten de planın onaylanmasıyla süreç yasal bir zemine oturtulmuş oldu ancak uygulanma sürecini ortadan kaldırabilecek tek gelişme radikal Yahudilerin olası şiddet eylemlerine başvurmaları olarak gözüküyor. Oslo sürecinin mimarı, dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin, 1995 yılında radikal Yahudi Yigal Amir tarafından düzenlenen bir suikast sonucu öldürülmüştü. Gazze Planı’nın da uygulanmasına en ciddi muhalefet gösterenler de Gazze’de yaşayan ve çoğunluğunu radikal dinci Yahudilerin oluşturduğu yerleşimciler. Rabin deneyimi ve radikallerin sert muhalefeti, İsrail’de Şaron’a yönelik bir eylem olasılığını gündeme taşıdı ve bu doğrultuda Şaron’un çevresindeki güvenlik önlemleri artırılmaya başlanmıştır. Savunma Bakanı Şaul Mofaz’ın “İsrail demokrasisine yönelmiş yeni bir dolu silah olup olmadığını bilmiyoruz” şeklindeki sözleri de bu tartışmaların ne kadar ciddi boyutta olduğunu göstermektedir.

Gazze Planı’nın onaylanması öncelikle İsrail iç politikası açısından sonuçlar doğurmuştur. Planla beraber Şaron’un koalisyon hükümeti zayıflamıştır. Bu doğrultuda Şaron’un önümüzdeki günlerde kabinede değişikliklere gitmesi beklenebilir. Bunun dışında İsrail Gazze’de Yahudi yerleşimcilere yönelik olası saldırıları önlemek ve güvenliği sağlamak için halen de devam eden operasyonlarına hız verebilir. Ayrıca güvenliğin sağlanması konusunda işbirliği yapmak istediği Mısır’ın daha aktif katılımı yönünde baskısını bu ülke üzerinde artırabilir. Gazze Planı konusunda, “Yol Haritası’nın hazırlayıcısı “Dörtlü”nün ve özellikle de ABD’nin desteğini alan İsrail üzerindeki uluslar arası baskılar azalacaktır. Bunun yanında Gazze’den çekilirken Batı Şeria’da elini daha güçlendirmek için fırsat doğacaktır.

Monday, October 25, 2004

Suriye’nin Lübnan’daki Varlığı Sona mı Eriyor?

Oytun Orhan*


Irak Savaşı, Orta Doğu’da yeni bir sürecin başlangıcı olmuştur. Savaş sonrası süreçte tüm bölgesel ilişkiler, ülkelerin güvenlik algılamaları etkilenmiş ve yeniden sorgulanmaya başlamıştır. Bu doğrultuda yeni bir ilişkiler ağı ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu süreçte gündeme gelen ve yeniden sorgulanmaya başlanan önemli bir konu da Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığı ve siyasi-ekonomik etkinliği olmuştur. Suriye’nin Lübnan’daki varlığının önemi özellikle İsrail’in güvenliği bağlamında şekillenmektedir. Suriye açısından ise stratejik, siyasal, askeri ve ekonomik anlamda büyük önem taşıyan Lübnan’daki varlığı en azından İsrail’le bir barış sağlanmadan, vazgeçilmesi mümkün gözükmeyen bir olgu olarak gözükmektedir.

Bu çalışmada, Irak Savaşı sonrası gittikçe artan ve en son Birleşmiş Milletler’in, Suriye’nin adını vermemekle birlikte “yabancı güçlerin” Lübnan’dan çekilmesini öngören kararıyla çok daha ciddi şekilde gündeme gelen, Suriye’nin Lübnan’dan askerlerini çekmesi ve politik-ekonomik etkinliğine son verip vermeyeceği olasılıkları tartışılacaktır. Bunun için, öncelikle Lübnan’ın Suriye için önemi ve Suriye’nin Lübnan’da şu anda sahip olduğu varlığın ve tam etkinliğin geçmişine bakılacaktır. Bugünkü tartışmaları anlamak açısından gerekli olan bu tarihsel arka plandan sonra Irak Savaşı’yla beraber ortaya çıkan tartışmalar ve gelişmeler anlatılarak sonuç kısmında Suriye’nin Lübnan’daki varlığının geleceği tartışılacaktır.

Lübnan’ın Suriye İçin Önemi ve İlk Dönem Suriye-Lübnan İlişkileri

Suriye’nin “Büyük Suriye”[1] stratejisi içinde Lübnan önemli bir yer tutmaktadır. İki ülkenin kuruluşlarını takiben Suriyeli yöneticilerinin düşüncesinde bölgenin politik ve askeri açıdan nispeten güçsüz konumda olan ülkesi Lübnan kontrol altına alınmaz ve Suriye’nin bölgesel stratejik çıkarlarına hizmet etmesi sağlanmazsa özellikle İsrail tarafından rahatlıkla etki altına alınabilecek bir ülke olarak görülmüştür. Lübnan en çok İsrail’e karşı yürütülen askeri stratejik mücadele anlamında büyük önem taşımıştır. Beka Vadisi, İsrail ordusu açısından Şam’a ve merkez Suriye’ye ulaşmak açısından koridor konumundadır. Bunun dışında Güney Lübnan’dan İsrail’in kuzeyine gerçekleştirilen saldırılar açısından da stratejik bir konumdadır.[2]

Suriye’nin Lübnan üzerindeki çıkarları iki ülkenin bağımsızlıklarını kazanmalarına kadar uzanmaktadır. Osmanlı idaresi boyunca Lübnan Suriye’nin coğrafi devamı olarak kabul edilmiştir. İki ülkenin bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından Suriye’nin bu ülkeyle diplomatik ilişki kurmayı reddetmesinin arkasında Suriye’nin Lübnan’ı kendi parçası olarak kabul etmesi düşüncesi yatmaktaydı.[3] İlk kuruluşlarından bu yana Suriye, Lübnan’ı her zaman için Fransa tarafından yapay bir şekilde koparılmış kendi batı kısmı olarak kabul etmiştir. Fransızlar Suriye ve Lübnan adıyla iki farklı devlet kursalar da bu iki devlet arasında birleşik bir ekonomi ve siyasi politika takip etmişler bu da Suriyeli yöneticilerin Lübnan’ı bağımsız ve egemen bir devlet olarak kabullenmesini zorlaştırmıştır.[4]

Suriye’nin Lübnan’a Müdahalesine Giden Süreç ve Lübnan’da İç Savaş

Bağımsızlık sonrası dönemde iki ülke arasında nispeten bir eşitlik söz konusu olsa da Suriye’nin biraz daha avantajlı olduğu söylenebilir. Ancak zamanla Suriye kendi iç istikrarsızlığı nedeniyle 1970’lere kadar Lübnan’dan uzaklaşmak durumunda kalmıştır.[5] Hafız Esad iktidarıyla beraber Suriye’nin istikrara kavuşmasına paralel olarak Lübnan’da devletin çökmesi Suriye’yi Lübnan’a yönlendirmiş, Lübnan’ın Suriye muhalif unsurları için barınma yerine dönüşmesi bu ülkede Suriye’yi daha etkin olma düşüncesine ve politikasına itmiştir. Özellikle Suriye’nin güvenlik algılamasında İsrail’in ön plana çıkması, bu ülkeye karşı stratejik derinlik sağlayan Lübnan’ın önemini gittikçe artırmış ve Suriye’nin Lübnan’a müdahalesine giden süreci başlatmıştır.[6]

Suriye’nin müdahalesine fırsat sağlayan olay 1975 yılı Nisan ayında Lübnan’da ortaya çıkan iç savaş olmuştur. Lübnan’da iç savaş öncesi, savaş sırası ve sonrası süreçte birçok ülke içi, yabancı devlet ve devlet dışı aktörler rol oynamıştır. Lübnan iç savaşı; iç siyasal, ekonomik ve sosyal çelişkilerin bir sonucundan çok bölgesel, özellikle de Filistin sorunu ve uluslar arası çatışmaların kaçınılmaz ürünü olarak ortaya çıkmıştır.[7]

Filistin sorunu ve 1970 sonrası dönemde Lübnan’a geçen FKÖ yapılanması ve Filistinli mülteciler Lübnan’da iç savaşın çıkışında diğer bölgesel ve uluslar arası etkenlerin yanında önemli rol oynamıştır. 1948 Arap-İsrail Savaşı sırasında 100.000 Filistinli Lübnan’a geçmiş ve 1970 yılında “Kara Eylül” olarak bilinen olayların ardından FKÖ ve Filistinlilerin Ürdün’den çıkarılması sonrasında Lübnan’a geçenlerle birlikte sayıları 300.000’e ulaşmıştır.[8] FKÖ bu dönemde Ürdün’den Lübnan’a Suriye üzerinden geçmiştir. Lübnan’la İsrail’in sınır ülkesi olması, Lübnanlı Müslüman nüfus arasında artan pan-Arabizm ve Lübnan devletinin zayıflığı Lübnan’ı FKÖ için en uygun ülke kılmıştır.[9]

1970’lerin başında Ürdün’de FKÖ’nün varlığına son verilmesi ve tüm üsleriyle beraber merkez bürosunun Lübnan’a taşınmasının ardından Suriye, FKÖ’ye yoğun askeri ve diplomatik destek sağlamıştır. Suriye’nin bu desteğiyle FKÖ Lübnan’da zayıf Lübnan hükümetine karşı potansiyel tehlike oluşturmaya başlamış ve bu da 1975 yılında çıkan iç savaşın ortaya çıkışında önemli bir etken olmuştur. Bu dönemde ülkede ekonomik çıkar kaygıları ve güç paylaşımından çıkan sorunlar ülke politikasında iki kutup doğurmuştur. Müslüman kamp mevcut durumu değiştirmek ve siyasi güç kazanmak isterken Lübnan’ı da pan-Arabizm çizgisine çekmek istiyordu. Buna karşılık Hristiyan kesim statükoyu ve kendi avantajlı konumlarını korumaya çalışırken Lübnan’ı da Arap-İsrail çatışmasından uzak tutmaya çalışıyordu. Lübnan içinde sahip olduğu askeri güç nedeniyle önemli bir faktör konumuna yükselen FKÖ de Müslüman kampı destekliyordu.[10]

Suriye’nin Lübnan’daki etkinliği 1975 yılına kadar artarak devam etmiştir. Bu dönemde Lübnan’da Müslüman-solcu kesimler de güçlenmeye başlamıştır. Dürzi lider Kemal Canpolat liderliğinde “Lübnan Ulusal Hareketi” adı altında örgütlenen bu muhalif kesimler gittikçe radikalleşerek ve güçlenerek Hristiyan Lübnan rejimine karşı tehdit oluşturmaya başlamışlardır. Hristiyan Maruni gruplar özellikle de Falanjistler bu kesimlere karşı açık silahlı mücadeleye eğilimli bir duruma gelmişlerdir. Bu gelişmeleri takiben 13 Nisan 1975 tarihinde Falanjist askerlerle Suriye yanlısı Filistinli komandolar arasında çıkan bir çatışma genişleyerek, Lübnan’ın çeşitli bölgelerinde Maruni askerlerle Filistinli grupların desteğini alan radikal Müslümanlar arasında silahlı çatışmalara dönüşmüş ve böylece Lübnan’da iç savaş başlamıştır.[11] Suriye’nin savaşa ilk müdahalesi dolaylı askeri müdahale şeklinde gerçekleşmiş ve Ocak 1976’da kendi kontrolündeki “Filistin Özgürlük Ordusu”nu Lübnanlı-Filistinli radikal grupları koruması için göndermiştir. Suriye, FKÖ destekli sol gruplara destek olmak amacıyla iç savaşa önce dolaylı olarak müdahale etmekle birlikte, Aralık 1975 tarihiyle beraber Hristiyan kesimle de ilişki kurup yakınlaşmaya başlamıştır. Burada Suriye’nin ulaşmak istediği iki hedef bulunuyordu; FKÖ’nün artan gücünü kontrol altına almak, savaşan kesimler arasında arabuluculuk rolü üstlenerek ülkedeki varlığını meşrulaştırmak.[12] Bu sırada FKÖ’nün önemli rol oynadığı Lübnan ordusunun parçalanması gerçekleşmiştir. Şam’a göre bu kendi çıkarlarına ve Lübnan’daki varlığına karşı tehlike oluşturan bir olaydı. Böylece FKÖ’nün askeri olarak güç kazanmasıyla beraber Suriye askeri müdahalesini artırdı ve Hristiyan kesimle daha yakın ilişkiye girdi. Irak ve Mısır’ın da desteğini alan FKÖ Esad rejimine karşı ciddi bir tehdit oluşturmaya başladı.[13] Kemal Canpolat liderliğinde gittikçe güçlenen Müslüman Lübnanlı-FKÖ ekseni Hafız Esad’ı rahatsız etmeye başlamıştır. Bu güçlü yönetimin Lübnan’ı Şam etkisinden uzaklaştıracağını düşünen Suriye zayıf Hristiyan Lübnan hükümetinin kendi çıkarlarına daha iyi hizmet edeceğini düşünerek bu sefer Hristiyanları desteklemeye başlamıştır. Suriye ilk dolaylı askeri müdahalenin ardından 1 Haziran 1976 yılında Lübnanlı-Filistinli radikal gruplara karşı savaşması için silahlı birlikleri ve komandoları ilk kez Lübnan’a yollamıştır. Başlangıçta FKÖ, Suriye’ye karşı bazı başarılar sağlasa da Ekim 1976’da Lübnanlı-FKÖ ittifakı yenilgiye uğratılmış ve Suriye Lübnan’ın büyük bölümünde kontrolü ele geçirmiştir. 1977 yılı başında Kemal Canpolat bir suikast sonucu öldürülmüş ve Suriye karşıtı ittifak tamamen dağıtılmıştır.[14] Suriye’nin Lübnan’a müdahale ederek FKÖ’ye karşı savaşması ve Hristiyan kampı desteklemesinin ardında yatan bir diğer önemli neden de İsrail faktörüydü. Lübnan’da FKÖ’nün ve sol kesimlerin zaferi İsrail’in bu ülkeye müdahalesine fırsat yaratacaktı. İsrail hiçbir şekilde kendi sınırlarında radikal Filistinlilerin yoğun ve etkin olduğu bir ülkeye izin vermezdi. Böyle bir durum Lübnan’da Marunilerin kendi devletlerini kurmalarına neden olabilirdi. Bu durumu analiz eden Hafız Esad, FKÖ’nün Lübnan’da daha da fazla güçlenmesini istememiş ve Hristiyan kesimin yenilgisini önlemek amacıyla Lübnan’a direk askeri müdahale kararı almıştır.[15]

Suriye Lübnan’a askeri müdahalede bulunmadan önce ABD’nin onayını aramış ve İsrail’in de müdahalede bulunmayacağı yönünde garanti almak istemiştir. O dönemde gerek ABD gerekse İsrail, Suriye’nin müdahalesine karşı çıkmıştır. Ancak ABD’de Ford yönetimi zamanla politikasını değiştirmeye ve Lübnan’a Suriye müdahalesini desteklemeye başlamıştır. Bunda birkaç etken rol oynamıştır. Öncelikle Lübnan’daki iç savaşı sona erdirebilecek tek gücün Suriye olduğuna inanmaya başlamışlardır. Bunun yanında ABD öncülüğünde bir Arap-İsrail barış sürecinin başlatılarak bölgede Sovyet etkisinin azaltılabileceği düşüncesi de etkili olmuştur. İsrail açısından ise birçok kaygı verici etken olsa da müdahalenin Suriye askeri birliklerinin Golan Tepeleri’nden buraya kaydırılmasına ve kendi baş düşmanı konumundaki FKÖ’yle mücadele etmesine neden olacağı için müdahaleye sıcak bakmıştır.[16]

Bu koşullar altında ABD arabuluculuğunda Rabin ve Esad arasında Mayıs 1976’da gizli bir uzlaşma sağlanmıştır. “Kırmızı Çizgi” antlaşması olarak geçen bu uzlaşmayla İsrail, Suriye’nin müdahalesine göz yummuştur. Antlaşmada Suriye’nin belirli bölgelere girmemesi ve radikal unsurların pasifize edilmesi sonrasında ülkeden geri çekilmeyi garanti etmesi gibi konular yer almaktaydı.[17] Kasım 1976’da Riyad ve Kahire’de Arap liderlerinin katıldığı iki toplantı gerçekleştirilmiş ve buralarda imzalanan antlaşmalar sonucunda, zaten Lübnan’da bulunan Suriyeli birliklerin çoğunluğunu oluşturduğu “Arap Caydırıcı Gücü” oluşturulmuştur. Böylece Suriye müdahalesine meşruluk kazandırılmıştır.[18]

Suriye, Lübnan’da iç savaşın sona erdirilmesinin ardından da bu ülkeden çekilmemiş ve bu sefer FKÖ ve Lübnanlı sol gruplarla ittifak içine girmeye başlamıştır. Bu dönemde İsrail’de kurulan yeni Likud hükümeti de Lübnanlı Hristiyanları desteklemeye başlamıştır. Yeni Başbakan Menahem Begin, “Müslüman düşmana” karşı Hristiyanların desteklenmesi ve Suriye karşıtı kesimin lideri Beşir Cemayel liderliğinde bir hükümetin kurulması gerektiğini düşünüyordu.[19]

Bu arada “Kırmızı Çizgi” antlaşmasından dolayı Suriye’nin Güney Lübnan’a girememesi nedeniyle bu bölge Filistinli radikal gruplar için bir sığınak haline gelmişti. FKÖ buradan Kuzey İsrail’e yönelik operasyonlar gerçekleştiriyordu. İsrail bunlara karşılık olarak 1978 yılı başında Güney Lübnan’a ve buradaki FKÖ askeri yapılanmasına karşı operasyon düzenledi. Böylece Suriye ve İsrail arasındaki uzlaşma her iki taraftan da ihlal edilmiş oluyordu. İsrail, Mısır’la yürütülen barış görüşmelerini riske etmemek ve hem de İsrail’in müdahalesine muhalefet eden ABD yönetimiyle karşı karşıya gelmemek için Lübnan’a müdahaleden geri duruyordu. Ancak 1981 yılında ABD’de iktidara gelen Reagen yönetimi ile birlikte ABD’nin bu konudaki politikası da değişmeye başladı. Sovyetlerin bölgedeki müttefikleri olarak düşünülen Suriye ve FKÖ’ye karşı harekete geçen ABD, Suriye’nin Lübnan’daki istikrarı sağlama işlevinin artık sona erdiğini ve askerlerini bu ülkeden geri çekmesi gerektiği düşüncesini işlemeye başlamıştır.[20] Bu politika değişikliği İsrail’in 1982 yılında gerçekleştirdiği Lübnan işgali sürecini başlatmıştır.

İsrail’in Güney Lübnan’a müdahalesine fırsat sağlayan gelişme İsrail’in Londra Büyükelçisi’ne Filistinli bir eylemci tarafından düzenlenen suikast girişimi olmuştur. Önce 4 Haziran’da Güney Lübnan ve Batı Beyrut bombalanmış ve 6 Haziran 1982 tarihinde Lübnan Savaşı başlamıştır. İsrail’in 1982 işgali, 1973 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra Suriye ve İsrail ordularını ilk kez karşı karşıya getirmiş ve Suriye hava kuvvetlerinin büyük bölümünün birkaç gün içinde yok edilmesine neden olmuştur. Bunun yanında Suriye’nin Lübnan’daki en temel düşmanlarından Beşir Cemayel’in devlet başkanlığına seçilmesine neden olmuştur.[21] Bu savaşta İsrail’in resmi amacı Güney Lübnan’daki tüm FKÖ altyapısını dağıtmaktı. Ancak açıkça belirtilmemekle birlikte İsrail’in bunun da ötesinde Lübnan’da İsrail yanlısı bir hükümeti başa geçirmek ve tüm Suriye kuvvetlerini bu ülkeden çıkarmak gibi hedefleri de bulunuyordu. Savaş öncesinde İsrail, Suriye’yle sıcak çatışmaya girmek istemediğini ve karşı taraftan bir saldırı gelmediği takdirde Suriyeli askerlere hiçbir şey yapılmayacağı garantisini verse de savaş sırasında Suriye’yi ilk ateşi açması yönünde provoke etmiştir. Böylece İsrail ve Suriye kuvvetleri arasında da çatışmalar başlamış ve bu süreç Ağustos ayında İsrail’in zaferi, Suriye ve FKÖ’nün yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Lübnan’da da Beşir Cemayel liderliğinde İsrail yanlısı bir hükümet kurulmuştur.[22]

Savaş sonrasındaki süreç ise tamamen Suriye lehine dönmeye başlamıştır. Lübnan’da gerilla savaşı aracılığıyla yürütülen mücadele sonunda ülke yavaş yavaş yeniden Suriye kontrolüne girmeye başlamıştır. Önce Beşir Cemayel, düzenlenen bir suikast sonucu öldürülmüştür. Bu eyleme karşılık İsrail, Batı Beyrut’u işgal etmiştir. Bunun yanında İsrail askeri şemsiyesi altındaki Maruni Lübnanlı güçler, Sabra ve Şatila’da bulunan Filistinli mülteci kamplarına girerek burada birçok sivili öldürmüşlerdir. Bu iki olay hem İsrail’in kendi, hem de dünya kamuoyunda ciddi tepkiyle karşılanmış ve bunun sonucunda İsrail Batı Beyrut’tan çekilmek zorunda kalmıştır. Beşir suikastının ardından gerçekleşen bu geri çekilmeyle beraber İsrail’in Lübnan’daki konumu zayıflamıştır. Bundan sonraki süreçte Suriye; Dürziler, Filistinliler ve bazı Lübnanlı grupları destekleyerek İsrail, ABD ve Fransız birimlerine yönelik operasyonlar gerçekleşmesini sağlamıştır. Özellikle İran destekli Hizbullah örgütü bu ülkelere yönelik büyük eylemler gerçekleştirmiştir. Bu eylemler sonucunda 1984’lerin başında ABD birliklerinin Lübnan’dan çekilmesi bu ülkede herhangi bir aktif ABD etkisinin de sonu anlamına geliyordu. Bu gelişme ülkede güç dengelerinin Suriye ve müttefikleri lehine değişmesine neden olmuştur.[23] Bu süreç Suriye’nin Lübnan’da tam etkinliğini sağlaması ile sonuçlanmıştır. Bundan sonra da Suriye, Hizbullah ve Emel örgütleri aracılığı ile Güney Lübnan’da İsrail ile mücadeleye girişmiş ve bu bölgeden çekilmeye zorlamıştır. Bunun yanında ülke içinde askeri birliklerini ve füze bataryalarını stratejik noktalara yerleştirerek, suikast düzenleme ve politik araçları da kullanarak ülkede tam kontrolü ele geçirmiş ve en sonunda da 1989 Taif Antlaşmasıyla beraber Lübnan’daki varlığını yasal bir zemine oturtmuştur.[24]

SSCB’nin yıkılmasıyla en önemli uluslar arası politik-askeri desteğini kaybetmesi ve ardından gelişen Irak’ın Kuveyt işgali Suriye’yi zor bir konuma sokarken diğer taraftan da yeni fırsatların doğmasına neden olmuştur. Suriye, Irak’ın Kuveyt’i işgalinden doğan diplomatik fırsatları kullanma konusunda çok istekli davranmış ve ABD ile ilişkilerini geliştirme yollarını aramıştır. Bu çerçevede ABD öncülüğünde, Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak için oluşturulan çok uluslu güce asker göndermiştir. Bu, ABD yanlısı duruşunun ödülü olarak da uluslar arası baskı görmeksizin Lübnan’daki varlığını pekiştirme fırsatı yakalamıştır. Genel inanç, Suriye’nin desteği karşılığında ABD’nin Suriye’ye Lübnan üzerinde tam hakimiyet kurma izni verdiği ve İsrail’e de müdahale etmemesi için baskı yaptığı yönündedir. Bu onayın ardından Lübnan’daki Suriye karşıtlığının lideri konumundaki General Aoun’un başkanlık sarayına askeri operasyon düzenlemiş, operasyonlarda, “Kırmızı Çizgi” antlaşmasına aykırı olarak hava kuvvetlerinin kullanılmış olmasına İsrail sesini çıkarmamıştır.[25] Bu operasyonlar sonrasında 1991 yılıyla beraber Lübnan’daki tüm Suriye karşıtı grupların varlığına ya da etkinliğine son verilmiş, 1990’lar boyunca imzalanan birçok antlaşmayla Suriye Lübnan’ı politik, askeri, ekonomik anlamda tamamen kendisine bağlamıştır.

İsrail’in Güney Lübnan’dan Çekilmesi

Kuveyt işgali sonrası kendisine tanınan serbesti ve 1990’lar boyunca iki ülke arasında imzalanan antlaşmalarla pekişen Lübnan’daki Suriye varlığının dönüm noktası, İsrail’in işgal altında tuttuğu Güney Lübnan’dan 2000 yılında çekilmesi olmuştur. İsrail’in Güney Lübnan’dan çekilmesi, Suriye’nin Lübnan’daki varlığının sorgulanmasına, Suriye’nin bu ülkedeki askeri varlığına ve politik etkinliğine son vermesi için hem uluslar arası, hem de iç baskıların artması sürecini başlatmıştır. Özellikle ABD, İsrail ve Lübnan içinde Suriye’nin varlığına muhalefet eden kesimler baskı uygulamaya ve seslerini yükseltmeye başlamışlardır. Bu da belki de, Suriye’nin Lübnan’daki varlığına son verebilecek olan süreci başlatan olay olmuştur. Bu baskı ortamı içinde Suriye, 2001 ve 2002 yılları içinde iki kez askeri birliklerin yeniden konuşlandırılması kapsamında birliklerini Beyrut ve Lübnan Dağı bölgesinden çekmiştir.[26] Bu yeniden konuşlandırmalar sonrasında 2000 yılına kadar 35.000 civarında olan Suriyeli asker sayısı Irak Savaşı öncesinde yaklaşık 20.000’e kadar gerilemiştir.

Bu dönemde ABD’nin uyguladığı baskıyı gösteren ilk somut belge genel olarak İsrail yanlısı senatörler tarafından hazırlanıp ABD kongresine yasa tasarısı şeklinde sunulan “Suriye Sorumluluk ve Lübnan Bağımsızlık Yasası” (Syria Accountability and Lebanese Sovereignty Restoration Act) olmuştur. Irak Savaşı öncesinde gündeme gelen bu yasa tasarısı ilk haliyle Suriye’nin; teröre verdiği desteği kesmesini, BM yaptırımlarına aykırı olarak Irak’tan petrol ithal etmemesini, kitle imha silahları üretmemesini ve esas Lübnan için önem arz eden konu olarak da Lübnan’dan tüm askeri varlığını çekmesini ve bu ülkenin bağımsızlığına saygı göstermesini içermekteydi. Yine yasa tasarısına göre, bu koşulların yerine getirilmemesi durumunda Suriye’ye bir dizi ekonomik ve diplomatik yaptırımların uygulanması öngörülmekteydi.[27] Yasa tasarısının ABD Kongre’sine sunulmasını takiben etkileri de Lübnan’da ve Suriye’de iki ülke ilişkileriyle bağlantılı olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Lübnan’daki Suriye varlığına muhalefet eden kesimi oluşturan Lübnanlı Hıristiyanlar, konunun gündeme gelmesiyle, yasa tasarısını desteklemeye ve Suriye’nin ülkedeki varlığını sorgulamaya başlamışlardır. Suriye varlığı karşıtı grupların, tasarının çıkışını destekler yöndeki çıkışlarına karşılık Suriye, o dönemde Devlet Başkanı Yardımcısı Abdülhalim Haddam aracılığıyla karşılık vermiştir. Haddam “Lübnan’da bazı grupların yanlış tarafa oynadıklarını ancak bu grupların geçmişte olduğu gibi yenileceklerini söylemiştir”. Bu dönemde, Suriye resmi basını da yasaya karşı saldırıya geçmiştir.

Bu gelişmelere karşılık o dönemde Bush yönetimi yasa tasarısının Kongreden geçmesine soğuk bakmakta ve istememekteydi. Bu düşünce ise, Irak’a düzenlenmesi planlanan askeri harekat çerçevesinde şekilleniyordu. ABD, operasyon öncesinde Suriye’nin desteğine ya da en azından pasif muhalefetine ihtiyaç duymaktaydı. Bu nedenle Suriye ile ilişkileri tam anlamıyla koparmadan üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanmak amacıyla bu yasa tasarısının yasalaşmasına soğuk bakıyordu. Bu nedenle Irak operasyonu öncesinde Suriye’ye Lübnan konusunda baskı uygulanmış ancak Lübnan’daki konumunu operasyon sonrasına kadar değiştirecek bir gelişme yaşanmamıştır. Ancak Irak operasyonu sonrasında o dönemde sadece baskı olarak hissettiği Lübnan’dan çekilme konusunda daha ciddi taleplerle karşılaşmaya ve iki ülke ilişkilerini etkileyebilecek ciddi gelişmeler yaşanmaya başlamıştır. ABD’nin Irak’a girmesi Suriye üzerindeki baskıyı çok daha fazla artırmış, zaten ABD’yle sorunlu ilişkilere sahip olan Suriye’de kendisinin de Irak’tan sonra hedef olabileceği düşüncesi ortaya çıkmaya başlamıştır.[28] ABD’nin bölgeye gelmesi Suriye’yi rahatsız ederken diğer taraftan da İsrail’in bölgede daha da güçlenerek daha saldırgan politikalar izlemesine ve dolayısıyla Suriye üzerindeki baskıyı artırmasına neden olmuştur. Bu da zaten 2000 yılından bu yana Suriye’nin Lübnan’daki varlığının sorgulandığı bir ortamda Suriye’nin çok daha fazla baskı altında kalmasına neden olmuş ve yine baskıyı azaltmak doğrultusunda bazı adımlar atılmıştır. Hemen Irak Savaşı öncesinde gerçekleştirilen yeniden konuşlandırmayla 20.000 civarında olan asker sayısı 16.000’lere kadar gerilemiştir.[29]

2003 yılı başındaki bu hareketi takiben yine aynı yılın Temmuz ayı içinde Suriye Lübnan’daki birliklerinin bir kısmını daha geri çekmeye başlamıştır. İki ülke arasında imzalanan “yeniden konuşlandırma anlaşması” kapsamında Suriye, Beyrut’un güneydoğu bölgesindeki 10 noktada ve Kuzey Lübnan’daki bazı noktalarda bulunan askerlerini geri çekerek bu bölgeleri boşaltmıştır. Haldeh, Aramun, Dovhat Aramun bölgelerindeki noktalarda bulunan Suriye birlikleri Lübnan-Suriye sınırına doğru giderek burada farklı noktalara konuşlanmış, Kuzey Lübnan’da yerlerini boşaltan birliklerse Suriye’ye dönmüştür. Bu yeniden konuşlanma kapsamında yaklaşık 1000 kadar Suriye askeri daha Lübnan’ı terk etmiştir.[30] Suriye, ABD ve Batı’yı memnun eden bu adımlarıyla gerginliğin yükseldiği dönemde Lübnan’daki varlığına ve etkinliğine son vermeye (bazı şartlar gerçekleştiği takdirde) hazır olduğu mesajını vermeye çalışıyordu.

Irak Savaşı ve Suriye’nin Lübnan’daki Varlığı

Irak Savaşı sonrası süreçte Suriye, ABD ve İsrail tarafından çok daha ciddi bir şekilde baskı altına alınmaya başlamıştır. Teröre verilen desteğin kesilmesi, Irak’ta ABD’ye karşı savaşan direnişçilere destek verme, siyasal ve ekonomik yapılanmasına ilişkin reform baskıları yanında Lübnan’daki varlığı da çok ciddi biçimde sorgulanmaya başlamıştır. Bu doğrultudaki en somut gelişme Irak Savaşı öncesi yasa tasarısı olarak sunulan Suriye Sorumluluk ve Lübnan Bağımsızlık Yasası’nın önce Kongre’den geçmesi ve bunu takiben Başkan Bush’un da onaylamasıyla yasalaşması olmuştur. Böylece diğer birçok konunun yanında Lübnan’daki varlığına son vermemesi durumunda Suriye’ye çeşitli ekonomik, diplomatik yaptırımların uygulanmasının önü açılmıştır.

Son dönemlerde Suriye’nin Lübnan’daki varlığının yoğun biçimde gündeme gelmesine neden olan olaysa Lübnan’da gerçekleşen devlet başkanlığı seçimleri olmuştur. Lübnan devlet başkanlığı seçimleri sürecinde yaşananlar Suriye’yi Lübnan politikası konusunda çok daha zor bir konuma sokmuş ve baskının büyük oranda artmasına neden olmuştur.

Lübnan Anayasası’na göre, Suriye yanlısı Devlet Başkanı Emil Lahud’un bir dönem daha bu görevi yürütme hakkı bulunmamaktaydı. Buna karşılık Suriye, Lahud’un bir dönem daha bu görevi yürütmesini istemekteydi. Lahud’un kendisi de Suriye’nin verdiği destekle beraber, “parlamentonun bu görevi kendisine vermesi durumunda, bunu kabul etmek için hazır olduğunu” açıklamıştı. Ancak Lübnan içindeki Suriye muhalefetinin önemli isimlerinden Hristiyan Marunilerin Patriği Nasrallah Sefir, “anayasanın istenildiği zaman değiştirilebilecek herhangi bir kanun olmadığını dolayısıyla devlet başkanının ikinci bir dönem daha görev yapması konusunda yapılması düşünülen değişikliğin önemli sorunlara yol açabileceği” yönünde bir açıklama yaparak bu çabaları eleştirmişti.[31] Bu süreçte Birleşmiş Milletler de olaya müdahil olmuş ve “yabancı güçlerin Lübnan’dan çekilmesi ve bu ülkenin içişleri ile seçim sürecinin hiçbir yabancı gücün etkisinde kalmadan işlemesi” çağrısı yapan kararı kabul etmiştir.[32] Tasarıda “yabancı güçler” ifadesi kullanılarak Suriye’nin adına yer verilmese de açıkça Suriye’ye karşı alınmış bir karardı. Bunun yanında bizzat Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan Suriye’yi birliklerini Lübnan’dan çekmesi konusunda Lübnan Devlet Başkanı Lahud’u da görev süresini uzatma çabaları nedeniyle eleştirmiştir.[33] Birleşmiş Milletler’in aldığı karar ve Annan’ın açıklamaları Suriyeli ve Suriye yanlısı politikacılar tarafından eleştirilmiş ve “iç işlerine müdahale” olarak adlandırılmıştır. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesi durumunda bu ülkenin bir kaos ortamına sürükleneceğini ve Suriye’nin varlığının istikrar açısından kaçınılmaz olduğunu savunmuştur.[34]

Suriye tüm bu uluslar arası baskılara rağmen seçim sürecine müdahale etmiş ve Lübnan parlamentosu da Emil Lahud’un görev süresini uzatan kararı almıştır. Suriye bu seçimlerde baskılara boyun eğerek seçim sürecine müdahale etmeseydi Lübnan üzerindeki otoritesinin önemli bir kısmını kaybedecek ve Batı’nın Lübnan politik süreçlerine etkin biçimde katılımını sağlayacaktı. Ancak Suriye, devlet başkanlığı seçimlerine karışarak ve Lahud’un üç sene daha görevde kalmasını sağlayarak Lübnan üzerindeki konumunu şimdilik korurken diğer yandan da kendini uluslar arası toplulukta daha çok izole edilmiş bir konuma sokmuştur.[35]

Bu süreçte yine taktik bir adım atılarak yeniden bir askeri konuşlandırma gerçekleştirilmiştir. Uluslar arası baskıların en üst düzeye taşındığı bir dönemde atılan bu adım yine diğerleri gibi Suriye’nin Lübnan’daki etkinliği üzerinde köklü değişiklik yapacak adımlardan öte, ABD’nin Suriye üzerinde Lübnan’dan çekilmesi yönünde uyguladığı baskıyı azaltma amaçlı yapılmış bir manevra olarak değerlendirilebilir. Bu yeniden konuşlandırmayla ilgili resmi Suriye basınında çıkan yazıda bu adımın ABD ile ilişkilerle bir ilgisinin olmadığı ancak iki ülke ilişkilerine olumlu bir etki yapmasının da Suriye tarafından memnuniyetle karşılanacağı belirtilmektedir.[36] Bu da esasen her ne kadar ABD ile ilişkilerle ilgisi olmadığı söylense de tam da bununla bağlantılı olduğunu göstermektedir. Bu yeniden konuşlandırmayı ve ABD ile ilişkilere olumlu katkı yapmasının memnuniyetle karşılanması gibi ifadelerin, Suriye’nin bazı koşulların sağlanması durumunda bu ülkedeki varlığına son vermeyi düşünebileceği mesajı olarak da algılanabilir.

Sonuç ve Genel Değerlendirme

Yeniden konuşlandırmalar her ne kadar Suriye’nin etkinliği konusunda radikal bir değişim sağlamasa da, Suriye’nin Lübnan’daki varlığının azalması yönünde atılan küçük adımlar olarak düşünülebilir. Mevcut koşullar altında Suriye’nin Lübnan’dan vazgeçmesi mümkün gözükmemektedir. Suriye elindeki bu önemli kozu bırakmak istemeyecektir. İsrail’le süren anlaşmazlık konuları ve mücadele devam ettikçe Suriye, bir şekilde Lübnan’daki varlığını korumaya çalışacak ve baskılar arttığı dönemlerde de son yeniden konuşlandırmada olduğu gibi, bazı taktik adımlar atacaktır. Bu yeniden konuşlandırmaları, belli koşulların sağlanması durumunda Suriye’nin Lübnan’daki varlığına son vermeyi düşünebileceği mesajını verme niyeti olarak da değerlendirilebilir.

Esasen Lübnan içinde Suriye’nin varlığına karşı çıkan çok geniş bir kesim bulunmakla beraber ülkedeki Suriye gizli servis yapılanması ve askeri varlığı bu kesimlerin seslerini yükseltmelerine engel olmaktadır. Ancak gizli servis arkasındaki ordu desteği kaldırılabilirse Lübnan’da bu durumun değişme ve bu kesimlerin de Suriye’nin varlığına son verme faaliyetlerine daha etkin bir biçimde katılımları sağlanabilir.[37]

Irak Savaşı sonrası oluşan yeni bölgesel koşullar, Suriye’nin Lübnan’daki varlığını da sorgulamaya başlamıştır. Zaten savaş öncesinde bu yönde taleplere maruz kalan Suriye, savaş sonrasında daha büyük bir baskı altına girmiştir. Önümüzdeki dönemde Suriye’nin Lübnan’daki etkinliğinin azaldığı ve hatta askerlerinin bu ülkeden çekilmeye başladığı bir sürece tanık olabiliriz.



* ASAM Orta Doğu Araştırmaları Masası, Asistan


[1] “Büyük Suriye” düşüncesi-ideali hakkında daha geniş bilgi için bkz.: Daniel Pipes, Greater Syria: The History of an Ambition, Oxford University Press, New York, 1990.
[2] Moshe Maoz, Syria and Israel, Oxford University Pres, New York, 1995, s. 161.
[3] Naomi Joy Weinberger, Syrian Intervention in Lebanon, Oxford University Press, 1986, s. 31.
[4] Eyal Zisser, Assad’s Legacy: Syria in Transition, New York University Press, 2001, ss. 131-132’den aktaran Nurçin Yıldız, “Dünden Bugüne Suriye'nin Lübnan Müdahalesi”, Stratejik Analiz, Sayı 25, Mayıs 2002.
[5] Eyal Zisser, s. 132’den aktaran Nurçin Yıldız.
[6] Nurçin Yıldız, “Dünden Bugüne Suriye'nin Lübnan Müdahalesi”, Stratejik Analiz, Sayı 25, Mayıs 2002, s. 51.
[7] Tareq Y. Ismael ve Jacqueline S. Ismael, The Communist Movement in Syria and Lebanon, University Press of Florida, 1998, s. 101
[8] Robert G. Rabil, Embattled Neighbors: Syria, Israel and Lebanon, Lynne Rienner Publishers, 2003, s. 47.
[9]Robert G. Rabil, s. 47.
[10] Robert G. Rabil, ss. 48-49.
[11] Moshe Maoz, ss. 162-163.
[12] Farid El Khazen, “Ending Conflict in Wartime Lebanon: Reform, Sovereignty and Power, 1976-88”, Middle Eastern Studies, Cilt 40 Sayı 1, Ocak 2004, s. 66.
[13] Farid El Khazen, s. 67.
[14] Moshe Maoz, ss. 164-166.
[15] Robert G. Rabil, ss. 51-52.
[16] Moshe Maoz, s. 166.
[17] Moshe Maoz, ss. 166-167.
[18] Tareq Y. Ismael ve Jacqueline S. Ismael, s. 103.
[19] Moshe Maoz, ss. 166-168.
[20] Moshe Maoz, ss. 168-171.
[21] Farid El Khazen, s. 68.
[22] Moshe Maoz, ss. 173-175.
[23] Farid El Khazen, s. 69.
[24] Moshe Maoz, ss. 177-179.
[25] Fida Nasrallah, “Syria After Ta’if: Lebanon and the Lebanese in Syrian Politics”, Eberhard Kienle (der.), Contemporary Syria, British Academic Press, 1994 içinde ss. 135-136.
[26] 2001 ve 2002 yıllarında gerçekleşen ilk iki yeniden konuşlanma hakkında daha geniş bilgi için bkz.: Nurçin Yıldız, “Dünden Bugüne Suriye'nin Lübnan Müdahalesi”, Stratejik Analiz, Sayı 25, Mayıs 2002.
[27] Suriye Sorumluluk ve Lübnan Bağımsızlık Yasası hakkında daha fazla bilgi için bkz.: Oytun Orhan, “Irak Operasyonu Gölgesinde Suriye-ABD İlişkileri”, Stratejik Analiz, Sayı 35, Mart 2003.
[28] Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz.: Oytun Orhan, “Suriye Dış Politika Analizi: ABD-Suriye Gerginliği”, Stratejik Analiz, Sayı 38, Haziran 2003.
[29] Oytun Orhan, “Suriye Lübnan'daki Birliklerini Yeniden Konuşlandırıyor”, Günlük Küresel Değerlendirme Bülteni, 19 Şubat 2003, ASAM internet sayfası, www.avsam.org.
[30] Oytun Orhan, “Suriye Lübnan'daki Birliklerinin Bir Kısmını Geri Çekiyor”, Günlük Küresel Değerlendirme Bülteni, 15 Temmuz 2003, ASAM internet sayfası, www.avsam.org.
[31] “Patriarch Sfeir Concerned About Lahoud's Mandate Extension”, AsiaNews internet sitesi, 6 Eylül 2004, http://www.asianews.it/view.php?l=en&art=1430. “Patriarch Sfeir Slams Syrian Influence On Constitutional Changes”, AsiaNews internet sitesi, 30 Ağustos 2004, http://www.asianews.it/view.php?l=en&art=1381.
[32] “BM, Şam'a Karşı Harekete Geçti”, Radikal, 4 Eylül 2004.
[33] Colum Lynch, “Annan Presses Syria To Pull Out of Lebanon”, Washington Post, 2 Ekim 2004.
[34] “Syrian President Defends Role in Lebanon”, Associated Pres, 10 Ekim 2004.
[35] Ziad K. Abdelnour, “The US and France Tip the Scale in Lebanon’s Power Struggle”, Middle Esat Intelligence Bulletin, Cilt 6 No 6-7, Temmuz 2004.
[36] “USCFL Intelligence: Syrian Redeployment Reversible?”, Free Lebanon Kuruluşu İnternet Sitesi, 24 Eylül 2004, http://www.freelebanon.org.
[37] Manuela Paraipan, “Why Syria Interferes in Lebanon”, Yemen Times, 27 Eylül 2004.

Tuesday, October 19, 2004

İsrail’in Gazze Operasyonu

İsrail’in Gazze’ye şimdiye kadar düzenlediği en geniş çaplı askeri operasyon devam ediyor. İsrail ordusunun, Filistinli militanların roket saldırılarını önlemek amacıyla başlattığı ve “Tövbe Operasyonu” adını verdiği harekatta Cebaliye ve Refah mülteci kamplarına düzenlenen operasyonlar sonunda şimdiye kadar, yarıya yakını sivil toplam 110 kişi öldürüldü.

İsrail, özellikle Hamas’a yönelik olarak düzenlediği bu operasyonlarla her ne kadar örgütün eylem yapma kapasitesini ciddi anlamda zayıflatmayı amaçlamış olsa da umulanın aksine ters sonuçlar da doğurabilir. İsrail, Cebaliye’deki Hamas yapılanmasını büyük ölçüde çökerttiğini ve artık roket saldırısı düzenleyecek çok daha az Hamas militanının kaldığını düşünmektedir. İsrail’in operasyonla beraber ulaşmak istediği bir diğer hedef de sivil Filistinli halkı Hamas üzerinde baskı oluşturmaya itmek. “Tövbe Operasyonu” sonrasında birçok sivil Filistinli ya öldü ya yaralandı ya da evsiz kaldı. İsrail, operasyondan ciddi şekilde zarar görerek çıkan sivil Filistinlilerin Hamas üzerinde baskı oluşturarak örgütün davranışlarını etkilemesini ve füze saldırılarına son vermesini sağlamasını ummaktadır.

İsrail’in bu hedeflerine karşılık, operasyonun daha değişik sonuçlar doğurması da olasıdır. Operasyonun, sivil Filistinli halk üzerinde İsrail’e karşı “nefret ve intikam” duygularının beslenmesine yol açtığı kesindir. Operasyon halkın sinmesine yol açabileceği gibi, bu duygular, İsrail’e karşı her türlü şiddet eylemini uygulayan ve meşru gören Hamas’a yönelik desteğin artmasına da yol açabilir. Gazze’de şu anki genel kamuoyunun görüşünün de daha çok bu yönde olduğu söylenebilir. Gazze halkı, İsrail’in bu tür operasyonlarına devam etmesi durumunda Hamas’ın vereceği her türlü sert karşılığı desteklemektedir. İsrail, sivil halkın uygulayacağı baskıyla örgütün füze saldırılarına son vermesini umsa da operasyonun ters tepkiyle Hamas’a desteğe dönüşmesi, Sderot kasabasına yönelik füze saldırılarına daha çok motivasyon sağlayabilir.

Sonuç olarak operasyon her ne kadar Hamas’ın gücünde ve militan sayısında geçici bir azalmaya neden olsa da uzun vadede Gazze içinde Hamas’a yönelik desteğin artmasına ve çok daha fazla militan bulmak için gerekli ortamın doğmasına neden olabilecektir.

Tuesday, October 12, 2004

On the Terrorist Attack in Egypt and Its Consequences

The terrorist attacks that took place in Egypt's Sinai Peninsula on Oct. 8, killing 34 people, most of them Israelis, may have significant consequences.

The first question that comes to mind is which organization or organizations may have staged these attacks. There are various possibilities. For the time being the generally accepted possibility is that these have been staged by Al-Qaeda reportedly in cooperation with Hezbollah, a group that is more active in Sinai and has the capacity to stage attacks there. There is also the possibility that radical Palestinian groups such as Hamas and Islamic Jihad. However, both of these organizations have announced that they had nothing to do with these incidents. Since these organizations have the tendency to claim responsibility for every attack they stage one gets the impression that they did not stage the Sinai incidents. Also, these organizations have adopted the policy of not taking action outside the Palestinian territories and they have not taken any such action to date. Another claim -one voiced especially by radical Palestinian groups-is that the Israeli intelligence service staged these attacks. This is a far-fetched idea put forth by assuming that Israel stands to benefit from these attacks.

Although the target were the Israelis the fact that the attacks took place on Egyptian soil makes one think that this is a message, a warning issued to Egypt. But why Egypt? We can say that the behind the answer to that question lies the recent attempts to ensure cooperation between Israel and Egypt regarding Gaza. (See: Middle East, Daily Assessment, Aug. 10, 2004) Israel has been seeking cooperation with Egypt to ensure Gaza's security (that is, to ensure that there will be no terrorist infiltration into or terrorist incidents in Gaza) after the evacuation of the region in line with the Gaza Plan. The Egyptian side views that suggestion in a warm light though it has some reservations. Therefore, one could say that this is a warning issued to Egypt because of that process of cooperation.

The attacks can be expected to have consequences involving the Egyptian-Israeli relations and Israel's Gaza policy. Although the incidents were targeted against Israelis these incidents can bring about results in Israel's favor. According to the Camp David accord signed between Israel and Egypt is banned from having troops in the border region of Sinai except the security forces equipped with certain types of light arms.

Despite that Israel wants Egyptian troops to enter the region to prevent infiltrations from Egypt to Gaza and to ensure border security. Meanwhile, Israel thinks that Egypt is not too eager to cooperate with Israel in the border region and that Egypt is not taking substantial steps to ensure border security. Indeed, until the recent attacks Egypt had approached that issue suspiciously. The terrorist attacks that have taken place in Egypt will push Egypt into cooperating more with Israel to ensure border security. In fact, immediately after these attacks Egypt reported told Israel it wanted to send troops to Sinai to ensure security. Egypt thinks that if it puts troops into Sinai it will be easier for it to take measures against infiltrations through the border. In other words from now on we can expect Egypt to be more eager to ensure the security of its Gaza border. And that is something Israel has wanted all along.

These attacks may cause Egypt to take part in the fight on terror more effectively from now on. The allegation that these terrorist acts were committed by the Hezbollah cells in Sinai in cooperation with Al-Qaeda will force Egypt to clamp down on these organizations in the Sinai region. Israel talks about the presence of Hezbollah cells in Sinai. It believes that some of the infiltrations into Gaza take place via these cells. Considering that the process of Egypt putting troops into that region will gain momentum we can expect the fight on these cells to intensify.

Another consequence of these attacks is likely to appear in the context of the operations Israel has held in Gaza in recent weeks. In operations Israel staged over the past two weeks more than 110 people died. Israel, who has come under criticism and pressure from the international community due to these operations, may find a chance to act with more ease in Gaza in the wake of the terrorist attacks directed against Israeli citizens in Egypt.

Wednesday, October 06, 2004

Suriye’de Gerçekleşen Kabine Değişikliğinin Anlamı Ne?

Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, içlerinde ekonomi ve ticaret, içişleri ve adalet gibi kilit bakanlıkların olduğu sekiz bakanlığın başındaki isimleri değiştirdi. İçişleri Bakanlığı’na, uzun yıllardır görev yapan deneyimli bir güvenlik bürokratı olan Gazi Kenan getirilirken, ekonomi ve ticaret bakanlığıyla enformasyon bakanlığına, ülke sorunlarına bakışları nedeniyle anlamlı sayılabilecek kişiler getirilmiştir.

Kabine değişikliği sonrasında atanan yeni bakanların geçmişleri, düşünceleri ve ülke sorunlarına bakışıyla, değişikliğin gerçekleşme tarihi, bu kabine değişikliğinin arkasında yatanları anlamada faydalı olacaktır. Bu kriterlere bakılarak bir yorum yapıldığında, iç güvenliğin artırılması ve reform sürecine hız verilmesi konularının ön plana çıktığı görülmektedir.

İçişleri bakanlığına atanan Gazi Kenan uzun yıllar Lübnan’da, Suriye Askeri İstihbaratı Başkanlığı görevini yürütmüş ve iki yıl önce Suriye’ye geri dönmüştür. Kenan, daha çok sertlik yanlısı politikalarıyla tanınan bir güvenlik bürokratı olarak bilinmektedir. Yani Suriye’nin iç güvenlik anlamında yeni bir yapılanmaya gitme ihtiyacı hissettiği yorumu yapılabilir. Peki neden böyle bir ihtiyaç duyulmuş olabilir? İçişleri bakanlığındaki bu değişiklik, Hamas’ın üst düzey yetkililerinden olan İzzeddin Şeyh Halil’in İsrail tarafından düzenlenen bir operasyonla Suriye’nin başkenti Şam’da öldürülmesinden sekiz gün sonra gerçekleşmiştir. Bu operasyon Suriye açısından ciddi bir prestij kaybı ve bunun da ötesinde güvenlik yapılanması açısından kaygı verici bir durumdu. Bu operasyon ülke içinde güvenlik yapılanmasının sorgulanmasına neden olmuş olabilir ve sorumlu olarak da içişleri bakanı görülmüş olabilir. Kenan’ın içişleri bakanlığına getirilmesi, kendi ülkesinin başkentinde İsrail’in bir operasyon düzenleyebilmesinin yarattığı kaygının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Kenan’ın bundan sonra iç güvenlik anlamında daha sıkı politikalar izlemesi ve yeni bir yapılanmaya gitmesi beklenebilir.

Atamalara bakılınca öne çıkan ikinci konunun reform süreci olduğu görülmektedir. Ekonomi ve Ticaret Bakanlığı’na getirilen Hüsnü Lütfü, açık fikirli bir reformcu ve Avrupa Birliği ile sürdürülen ilişkilerin ve anlaşmaların sıkı destekçisi olarak bilinmektedir. Enformasyon Bakanlığı’na atanan Baas Gazetesi’nin editörü Mehdi Dahallah da ülkede demokrasi ve sosyal adaletin artırılmasının savunucularından biri olarak tanınmaktadır. Dolayısıyla Suriye’nin, önümüzdeki dönemde ekonomik ve siyasal reforma yeni bir hız kazandırma isteğinde olduğu söylenebilir.

Bu iki sonuçtan iç güvenlik yapılanmasına ilişkin gelişmelerin ön plana çıkması beklenebilir. Bu yıl içinde yaşanan birkaç olayı takiben en son olarak Şam’da İsrail tarafından bir operasyonun düzenlenmiş olması Suriye’yi kaygılandırmış ve güvenlik yapılanmasının sorgulanmasına neden olmuştur. Reform konusunda ise, her ne kadar reformcu olarak bilinen kişiler atanmış olsa da çok ciddi yapısal reformların hayata geçirilmesi beklenmemelidir.