Saturday, January 15, 2005

Abdullah Gül’ün İsrail-Filistin Ziyareti Üzerine

Oytun Orhan*

Türkiye Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün 3-5 Ocak 2005 tarihleri arasında İsrail ve ardından Filistin’e gerçekleştirdiği ziyaretler, birkaç açıdan önem taşımaktadır. AKP’nin iktidara gelmesinden bu yana ilk üst düzey ziyaret olması ve son bir yıl içinde, Türkiye-İsrail ilişkilerinde nispi bir gerginliğin yaşandığı bir dönemde gerçekleşiyor olması ziyaretin önemini artırmaktadır. Bunun yanında, Arafat’ın ölümü sonrasında yeni Filistin liderinin belirlendiği seçimlerden hemen önce gerçekleşmiş olması da bu önemi artıran bir diğer etkendi. Ziyaretin Türk dış politikasındaki yeni sürece, açılıma da örnek teşkil etmesi açısından bir gösterge oluşturduğu düşünülebilir.

2004 yılının ilk yarısında, İsrail’in HAMAS’ın liderlerine yönelik suikast eylemleri ve daha sonra Refah mülteci kampına düzenlediği ve birçok sivil Filistinlinin zarar gördüğü operasyon sonrasında Türkiye’nin bu olayları sert bir şekilde kınamasıyla Türkiye-İsrail ilişkileri gerilmişti. AKP’nin iktidara gelmesinden bu yana hükümetten herhangi bir üst düzey ziyaretin gerçekleşmemiş olması bu gerginliğin birçok yorumcu tarafından AKP’nin İslami kimliğiyle açıklanmasına neden olmuştu. Ancak bu gerginliğin ortaya çıkışında farklı etkenler rol oynamıştı. Öncelikle 1996 yılından iki ülke arasında askeri müttefiklik ilişkisini doğuran nedenler etkisini yavaş yavaş kaybetmekteydi. Bunlardan en önemlisi, Irak Savaşı sonrasında ortaya çıkan yeni bölgesel koşulların Türkiye’yi, Suriye ve İran gibi daha önce sorunları olan ülkelere yakınlaştırmasıdır. Daha önce İsrail ve Türkiye açısından “ortak tehdit” olarak görülen bu devletlere karşı işbirliği ortamı yavaş yavaş kalkmaya başlamıştır. Özellikle Suriye’nin PKK’ya desteğini keserek Türkiye ile işbirliği içine girmesi ve ortak bölgesel kaygılar iki ülke arasında hızlı bir gelişim sürecini doğurmuştur. Ayrıca yine Irak Savaşı sonrasında, İsrail’in uyguladığı politikalar da Türkiye’nin rahatsızlık duymasına neden olmuştur. Özellikle İsrail’in Kuzey Irak bağlamında uyguladığı iddia edilen politikalar, Türkiye’de tepkiyle karşılanmıştı. Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) konusunda yürüttüğü ilişkiler de bu süreçte etkili olmuştu. Türk dış politikasının ana hedefi konumuna yükselen AB konusu Türkiye’yi, İsrail-Filistin meselesinde AB’yle paralel bir tutum almaya itmişti. Bütün bunlara ek olarak belirleyici değil ancak hızlandırıcı faktörler olarak, her iki ülkede gerçekleşen iktidar değişikleri söylenebilir. İsrail’de Şaron hükümetinin başa geçmesiyle sertlik politikalarının yoğunluk kazanması ve Filistinlilere yönelik askeri operasyonlara hız kazandırılması, buna paralel olarak İslami değerlere bağlılığı nedeniyle Müslüman bir topluma yönelik saldırılardan rahatsızlık duyacak AKP iktidarının başa geçmesi, İsrail’in operasyonlarının Türk kamuoyunda yarattığı olumsuz etki ve “kamuoyuna dayalı dış politika”[1] olarak adlandırılabilecek bir anlayış çerçevesinde; hükümetin İsrail’i sert bir dille eleştirmesi, gerginliğin hızlanmasına ve su yüzüne çıkmasına neden olmuştu. Gül’ün ziyareti de işte bu dönemde gerçekleşiyor olması ve AKP hükümetinden ilk kez üst düzey bir ziyaret olması açısından önem taşımaktadır.

Ziyaretin Önemi

Ziyaret birkaç boyut açısından önem taşımaktadır. Öncelikle ziyaretin zamanlama açsından çok uygun bir ortamda gerçekleştiği ve bu anlamda başarılı bir gezi olduğu söylenebilir. Ziyaret, birkaç koşul nedeniyle Orta Doğu’da barış adına iyimser bir havanın doğduğu bir süreçte gerçekleşmiştir. Bunlar; Suriye’nin İsrail’le masaya oturma yönündeki istekliliği, Arafat’ın ölümü ve yeni liderliğin başa geçmesi, İsrail’de İşçi Partisi’nin koalisyona katılması, Gazze’den Çekilme Planı’nın 2005 yılı içinde hayata geçirilecek olması, uluslararası topluluğun soruna çözüm bulma yönündeki isteklilikleri ve en son olarak da Türkiye’nin AB’den müzakere tarihi almasının ardından prestijinin arttığı ve bölgesel konumunun güçlendiği bir dönem olması gibi etkenler Barış Süreci adına iyimser bir hava doğururken diğer yandan da Türkiye’nin bu süreçte daha aktif rol oynamasına izin veren koşullar olarak gözükmektedir. Dolayısıyla ziyaret zamanlama açısından başarılı olarak değerlendirilebilir.

Ziyaret öncelikle, 2004 yılı içinde ortaya çıkan gerginliğe son verme anlamında önem taşımaktadır. Hep söylenen AKP iktidarıyla beraber hiçbir üst düzey ziyaretin gerçekleşmediği yönündeki savlar da böylelikle son bulmuştur. Bu ziyaretle aradaki gerginlikleri sonlandırma imkanı doğacak, ilişkilerde nispi bir sıcaklaşma beraberinde gelecektir. Ziyaret sırasında bu bağlamda karşılıklı açıklamalar yapılmış, ilişkilerin onarılması yönünde karşılıklı güvenceler verilmiştir. Abdullah Gül “iki ülke arasındaki bağların ve dostluğun sağlamlığı”na vurgu yapmış ve “bunalım” bir anlamda aşılmıştır. Ayrıca işbirliğinin yoğunlaştırılması ve ikili ilişkilerin seviyesini yukarı taşımak konusunda da iki ülke anlaşmıştır. Her ne kadar iki ülke ilişkilerindeki bunalım aşılmış olsa da, Şaron hükümetinin AKP hükümetine çok da fazla güvenmediği düşünülebilir. AKP’nin ideolojik görüşleri Türkiye ile İsrail arasında çıkan gerginliğin nedenlerinden birini oluşturuyordu. Bazı görüşlere göre İsrail’de bazı yöneticiler AKP’nin hala kurallarına bağlı olduğuna ve içlerinden İsraillilerin elini sıkmak gelmediğine inanmaktadır.[2] Bu düşünce iki ülke arasındaki derin bağları koparmasa da bir güven sorunun oluşmasına neden olmaktadır. Bu bilinç altı da daha ileride bahsedilecek olan, Türkiye’nin Barış Süreci’nde daha etkin rol oynamasına ve arabuluculuk girişimlerine İsrail’in soğuk bakmasına neden olmaktadır.

Ziyaretin bir diğer boyutunun Irak’ın güvenliği bağlamında olduğu söylenebilir. 2004 yılı içinde yaşanan gerginliğin nedenlerinden biri de İsrail’in Kuzey Irak’ta uyguladığı iddia edilen ve Türkiye’yi rahatsız eden politikalarıydı. Bu ziyarette Türkiye’nin bu konudaki kaygıları da gündeme gelmiş ve bu sorunun bir derece aşılması anlamında ziyaret yararlı olmuştur. Bu konuda kendisine sorulan soruya Abdullah Gül “Irak’ın Kürt bölgeleri hakkında çelişkili iddialar olmakla birlikte, İsrail’in orada herhangi bir resmi faaliyeti olmadığı yönündeki iddiasını kabul ediyoruz” demiştir. Yani Kuzey Irak konusu da görüşmelerde gündeme gelmiş ve Türkiye’ye bu konuda güvence verilmiştir. Ancak bu konuda da Türkiye’nin İsrail’in politikalarına yönelik kuşkuyla yaklaştığı ve verilen güvencelere rağmen tam anlamıyla bir güven ortamının sağlanamadığı düşünülebilir. Ancak en azından krizin aşılması anlamında önemli olmuştur.

Ziyaretin özellikle Türkiye açısından önemi, Türkiye’nin yeni dış politik açılımlarını ve arayışlarını göstermesi olmuştur. Bu anlayış bir yorumcu tarafından, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın dış politika danışmanlarından Ahmet Davudoğlu’na dayandırılarak “çok boyutlu dış politika” şeklinde nitelendirilmektedir.[3] AB’den müzakere tarihi alınmasıyla beraber Türkiye güçlenen konumunu kullanarak Orta Doğu’da da etkin bir rol arayışı içine girmiştir. Bir diğer yoruma göre Türkiye bir yandan Araplarla arasındaki buzları eritirken diğer yandan da İsrail’le bozulan ilişkilerini yeniden düzeltmeye çalışmaktadır. Buna göre Türkiye stratejik ortaklık kurma düşüncesiyle bir veya iki ülkeyle sınırlı kalmak istememektedir. Abdullah Gül’ün Milliyet gazetesine yaptığı açıklamada “Soğuk Savaş dönemi sona erdi ve doğal olarak stratejik ortaklıkların önemli olduğu dönem de. Artık bir gücün korkusuyla diğer bir güce sığınmaya gerek yok” şeklindeki ifadeleri de bu yeni açılımın bir işareti olarak gösterilmektedir. Yorumcuya göre, Türk dış politikasındaki bu anlayış değişikliği Türkiye’nin hem dost ve müttefik olarak tanımladığı ABD ve İsrail’in, hem de bu ülkelerin düşmanı Suriye ve Filistin’in ellerini dostça sıkmasını sağlamaktadır.[4] Türkiye’nin son ziyaretle beraber uyguladığı politika, Türk-İsrail Karma Ekonomik Komisyon Başkanı Alon Liel tarafından “bir gözüyle İsrail’e diğer gözüyle de Filistinliler dahil bölgedeki ilişkilerine bakıyor” şeklinde ifade edilmiştir.[5] Türkiye’nin AB süreci de bu gelişmelerde etkili olmuş olabilir. AB, Türkiye’nin İslam Dünyası’yla ilişkilerinde yardımcı olacağını ve Barış Süreci’nde daha aktif olabilmesi için Türkiye’nin faydalı olabileceğini düşünüyor.[6] Bu unsurun da etkisiyle, kısaca Türkiye’nin Orta Doğu’da daha etkin bir rol peşinde olduğu ve diğer yandan da İsrail ile ilişkileri yeniden canlandırmak niyetinde olduğu söylenebilir.

Ziyareti önemli kılan bir diğer unsur, gezinin Filistin devlet başkanlığı seçimleri öncesi gerçekleşmiş olmasıdır. Filistin’de seçimler sonrasında Mahmut Abbas’ın başa geçmesi İsrail-Filistin barışı adına iyimser bir havanın doğmasına neden olmuştur. Abdullah Gül’ün Filistin’de seçimler öncesinde Mahmut Abbas’la görüşmesi, hem Türkiye’nin hem de İsrail’in Abbas liderliğine verdiği desteği göstermesi açısından önemlidir. Zira İsrail, Türkiye’nin Arafat’la görüşmesini onaylamıyordu. Ancak Abbas’la görüşmesine izin verilmesi bir başka açıdan yeni liderliğe verilen onayın da işareti olarak görülebilir. Gül’ün İsrail ziyareti öncesinde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 22 Aralık 2004 tarihinde Suriye’ye ziyaret düzenlemesi ve Filistin seçimleri öncesinde Türk dışişleri bakanının Filistin tarafıyla da görüşmesi bundan sonraki süreçte, barış görüşmelerinde Türkiye’nin daha aktif katılımının bir göstergesi olarak algılanmış ve Türkiye’nin arabuluculuk rolünün yoğun bir şekilde tartışılmasını beraberinde getirmiştir.

Türkiye’nin Arabuluculuk Rolü ve Ziyaretin Sonuçları Üzerine

Türkiye’nin yeni dış politik açılımları, aktif bir politika izlemesi ve zamanlama açısından uygun bir ortam olması, Barış Süreci’nin İsrail-Filistin ve İsrail-Suriye ayaklarında Türkiye’nin arabuluculuk rolü konusunda özellikle Türkiye kamuoyunda iyimser bir havanın esmesine neden olmuştur. Her ne kadar son bir yıl içinde bazı gerginlikler yaşansa da İsrail ile yakın ilişkilerin devam etmesi ve bunun yanında özellikle Irak Savaşı sonrasında Türkiye’nin Arap Dünyası ve Suriye ile ilişkilerinde olumlu gelişmelerin yaşanıyor olması ve Türkiye’nin de bu konuda istekli olması, arabuluculuk konusunda Türkiye’yi ön plana çıkarmıştır. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül bu durumu şu şekilde ifade ediyor: “Suriyeliler ve Filistinliler Türkiye’ye güveniyorlar. Ayrıca İsrail ile de yakın ilişkilere sahibiz. Dolayısıyla imkanlarımız ölçüsünde bu çabalara katılma fırsatı vardır. Arabulucu olma veya bir çözüm bulmak adına yürütülecek görüşmelere ev sahipliği yapma olasılığı da bulunmaktadır.”[7] Tüm bu iyimser yaklaşımlara rağmen, Barış Süreci’nin kendi dinamikleri düşünüldüğünde ve özellikle İsrail kamuoyu takip edilerek İsrail’in bu konuya yaklaşımı incelendiğinde bu rolün Türkiye’ye verilmesinin şimdilik mümkün olmadığı görülmektedir.

Türkiye’nin devreye girerek bütün dinamikleri değiştirip bir barışa ulaşılmasını sağlamasını beklemek fazla iyimser bir yaklaşım olacaktır. Hatta Türkiye’nin arabuluculuğunu “başlamadan yenilgiye uğrayan bir girişim” olarak ifade eden değerlendirmeler de yapılmıştır.[8] İsrail daha önce birçok tarafın arabuluculuk girişimini reddetmiş ve bunlar da başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Gerçekten de Türkiye’nin arabuluculuk rolü üstlenmesi de mevcut şartlar altında mümkün değildir. İsrail-Filistin sorunu, kendi iç dinamikleriyle çözülme aşamasına geldiği noktada Türkiye’nin bu rolü üstlenebileceğini söyleyebiliriz. Türkiye’nin bu rolü oynaması için herhangi bir şartın “olgunlaşmamış”[9] olduğu gözükmektedir.

Bütün bu unsurların dışında 2005 yılı içinde, tek taraflı olarak Gazze’den Çekilme Planı’nın hayata geçirilecek olması da İsrail’le Filistin arasında bir müzakere sürecinin başlamasını ve dolayısıyla Türkiye’nin arabuluculuk rolü oynamasını engellemektedir. Türkiye’nin Filistin’de siyasi bakımdan çok, ekonomik nitelikli ya da insani yardım rolü üstlenmesi şeklinde bir beklenti vardır.[10] Türkiye’nin Filistin’de refahın sağlanmasına yönelik katkıda bulunabileceğine ilişkin görüş İsrail Dışişleri Bakanı Silvan Şalom tarafından da ifade edilmiştir. Dolaysıyla Türkiye’den sadece bu yönde bir katkı beklendiğini ve daha ötesinde bir rolün en azından şimdiki süreçte verilmek istenmediği anlaşılmaktadır. Türkiye’nin arabuluculuktan çok, tarafları barış masasına oturmaya ikna etme yönünde katkıları olabilir. Ayrıca şiddete son verilmesi yönünde Türkiye’nin hem Filistin hem de Suriye’ye telkinde bulunması yönünde bir rol olabilir. İsrail’in de Türkiye’ye sadece Filistinlileri “terörden vazgeçirmeye ikna etmek”ten öte barış konusunda bir misyon biçmek istemediği yorumları yapılmıştır.[11] İsrail basınındaki genel eğilim de Türkiye’nin arabuluculuk teklifinin çok da ciddiye alınmadığını göstermektedir. Hatta İsrail’de yayımlanan Jerusalem Post gazetesi biraz da ileri giderek alaycı bir ifadeyle Abdullah Gül’ün ziyaretiyle ilgili haberi “Daha Önce Bir Kez Reddedilmelerine Rağmen Türkler Hala Arabulucu Olmaya İstekli” şeklinde bir başlıkla duyurmuştur.[12]

Görüşmelerden çıkan bir diğer sonuç, İsrail’le yapılan görüşmelerde Şam’ın mesajını iletilmesiydi. Şam kayıtsız şartsız İsrail ile barış görüşmelerine oturmak istediğini belirtirken İsrail buna karşılık olarak; Şam’da bulunan Filistinli radikal grupların bürolarının kapatılmasını, Güney Lübnan’da faaliyet gösteren Hizbullah’a silah geçişinin engellenmesini, 1965’te idam edilen İsrailli ajan Eli Cohen’in kemiklerinin iade edilmesini ve 1997 yılında İsrail-Suriye sınırında kaybolan İsrail askeri Guy Hever’in akıbetinin ortaya çıkarılmasını istemiştir. Bunlar İsrail’in Suriye’ye yönelik olarak sürekli öne sürdüğü önkoşullardır. İsrail bu gibi konuları gündeme getirerek bir anlamda Suriye ile masaya oturmaya ve dolayısıyla Türkiye’nin arabuluculuğuna sıcak bakmadığını göstermiştir. Yani arabuluculuk teklifi, yokuşa sürülerek bir anlamda olumsuz karşılanmıştır.[13] Cengiz Çandar mevcut konumu, Türkiye’nin Orta Doğu’da “Suriye’nin kuryeliği” şeklinde bir rol olarak tanımlamaktadır. Türkiye’den yıllar önce Şam’da idam edilmiş casusunun kemiklerini almada aracılık etmesi gibi konuların gündeme getirilmesi bu bakışı doğurmuş ve çeşitli yorumcular tarafından da bu eleştirilmiştir.[14]

Tüm bu unsurlar değerlendirildiğinde ve İsrail’in konuya bakışı ortaya konduğunda, Türkiye’nin Barış Süreci’nde arabuluculuk rolü üstlenebileceğine ilişkin yorumların fazla iyimser yaklaşımlar olduğu görülmektedir. Ancak bu görüşün, ziyaretin başarılı bir girişim olduğunu engellediğini söylemek de yanlış olacaktır. Ziyaret Türkiye’nin izlediği “çok yönlü dış politika” anlayışı çerçevesinde başarılı bir girişimdir. Ziyaret, hem İsrail’le bunalımın aşılması hem de zaten Arap Dünyası ile sağlanan yakınlaşmada önemli bir girişim olması nedeniyle başarılı olarak değerlendirilebilir. Müzakere tarihinin alınmasından sonra AB için de önemli bir bölge olan Orta Doğu’da etkinlik sağlayabilmesi için Türkiye’nin bu anlamda önemini göstermesi bakımından önemli olmuştur. Türkiye’nin bu girişimle sağladığı yer AB içindeki konumunu da güçlendirebilecektir.



* ASAM Orta Doğu Araştırmaları Masası


[1] “Ankara, İsrail ve Arap Alemiyle Kırgınlığı Sona Erdirmek İçin Çabalıyor”, İran’da Farsça Yayımlanan Gazete’den (Byegm), 5 Ocak 2005.
[2] “Ankara, İsrail ve Arap Alemiyle Kırgınlığı Sona Erdirmek İçin Çabalıyor”, İran’da Farsça Yayımlanan Gazete’den (Byegm), 5 Ocak 2005.
[3] Ahmet Taşgetiren, “İsrail’e Gezi”, Yeni Şafak, 4 Ocak 2005.
[4] “Ankara, İsrail ve Arap Alemiyle Kırgınlığı Sona Erdirmek İçin Çabalıyor”, İran’da Farsça Yayımlanan Gazete’den (Byegm), 5 Ocak 2005.
[5] Aluf Benn-Yoav Stern, “Turkish Foreign Minister Meets in Jerusalem With Sharon, Shalom, Katsav”, Haaretz, 5 Ocak 2005.
[6] “Ankara, İsrail ve Arap Alemiyle Kırgınlığı Sona Erdirmek İçin Çabalıyor”, İran’da Farsça Yayımlanan Gazete’den (Byegm), 5 Ocak 2005.
[7] “Türkiye Orta Doğu Diplomasisini Yoğunlaştıracak”, Associated Press (Byegm), 7 Ocak 2005.
[8] “Suriyeli Bir Yazar (Faiz Sare) Türkiye’nin Suriye ve İsrail Arabuluculuğunu Başarısız Olarak Değerlendirdi”, İRNA (Byegm), 6 Ocak 2005.
[9] Cengiz Çandar, “Orta Doğu’da Nasıl Bir Rol”, Tercüman, 5 Ocak 2005.
[10] “Dışişleri Bakanı Gül, İsrail, Filistin ve Ürdün’ü Kapsayan Orta Doğu Ziyaretini Sürdürüyor”, BBC (Byegm), 4 Ocak 2005.
[11] Akif Emre, “İsrail İpoteği”, Yeni Şafak, 6 Ocak 2005.
[12] Herb Keinon, “Rejected Once, Turks Still Keen for Israel-Syria Mediation Role, Jerusalem Post, 5 Ocak 2005.
[13] “Gül’ün Filistin Temasları”, Amerika’nın Sesi Radyosu (Byegm), 6 Ocak 2005.
[14] Fehmi Koru, “Tarihi Misyon”, Yeni Şafak, 5 Ocak 2005.

Tuesday, January 11, 2005

Mahmut Abbas’ın Liderliği Barış Sürecinde Yeni Bir Dönem Açabilir mi?

Filistin’de devlet başkanlığı seçimleri sonuçlandı ve zaten tahmin edildiği üzere Mahmut Abbas yeni Filistin liderliğine getirildi. Abbas’ın liderliğine zaten kesin gözüyle bakılıyordu, bu nedenle esas tartışma konusu Abbas’ın Filistin liderliğine gelişinin Filistin politikasına ve bunun uzantısı olarak İsrail’le ilişkilere, Barış Süreci’nin geleceğine ne gibi etkileri olacağıdır. Abbas’ın ılımlı yaklaşımlarının Orta Doğu’da barış için uygun ortamı yaratacağı yönünde uluslararası toplumda ciddi bir beklenti doğmuştur. Peki Abbas’ın liderliği gerçekten barış ortamı yaratarak müzakere sürecini yeniden başlatabilir ve İsrail-Filistin sorununa kalıcı bir çözüm getirilebilir mi? Bu soruya yanıt verebilmek için öncelikle Arafat’ın ölümü ve Abbas’ın başa geçişiyle Filistin’de nasıl bir siyasal yapılanma ortaya çıkacağının ve Filistin politikasının temel dinamiklerinde herhangi bir değişiklik olup olmayacağının saptanması gerekmektedir.

Filistin siyasetinin belirleyici kurumu Fetih’tir ve bu grup içindeki temel çelişki de yaşlı nesil-genç nesil olarak ifade edilen kesimler arasındaki çatışmadır. Şu anda siyasal yapıyı ve karar alma sürecini kontrol eden kesim yaşlı nesildir. Abbas da bu kesimin adayı olarak öne sürülmüş ve seçilmiştir. Yani Arafat sonrasında Filistin siyaseti köklü bir değişim geçirmemekte, bir anlamda Abbas’ın liderliği eski yapının devamı anlamını taşımaktadır. Bu kesime karşı ise uluslararası topluluk tarafından kabul görmeyen ancak Filistin halkı içinde ve tabanda esas desteğe sahip genç nesil (bu kesimin lider adayı da İsrail’de hapishanede bulunan Mervan Barguti’dir) bulunmaktadır. Bu kesimle beraber Hamas, yeni siyasal yapılanmada daha etkin bir rol oynamak, karar alma sürecine aktif bir katılım arayışı içindedir. Filistin politikası da bundan sonra bu çerçevede şekillenecektir. Burada Temmuz ayında gerçekleşecek Filistin parlamento seçimleri önemlidir ve Abbas’ın burada bu kesimlere daha çok yer açacak bir ortam yaratması gerekmektedir. Eğer Filistin siyasetinde böylesi bir uzlaşma sağlanmazsa ne çeşitli silahlı Filistinli grupların İsrail’e yönelik şiddet eylemlerine ne de Hamas’ın intihar saldırılarına son verilebilir. Şiddet eylemlerinin durdurulamaması ise barış görüşmelerinin de bir başka bahara kalması anlamına gelmektedir. Böyle bir durum Abbas’ın İsrail’e karşı konumunu ciddi şekilde zayıflatır ve bir anlamda kendi sonunu da getirebilir.

Abbas’ın başarması gereken bir diğer konu çok parçalı silahlı grupların tek bir merkezde toplanması ve Hamas gibi grupların silahsızlandırılması, sistem içine çekilerek partilileşme sürecine sokulmasıdır. Ancak bu şekilde İsrail’e yönelik şiddet eylemlerine engel olabilir ve İsrail’e karşı elini güçlendirebilir. Bu şekilde İsrail’le masaya oturma ve İsrail’den karşılık olarak bazı tavizler koparma imkanına kavuşacaktır. Bu da Filistin içinde kendisini güçlendirecektir. Abbas’ın şiddeti engelleyebilmesi durumunda İsrail de bazı “jest”ler yaparak Abbas’ın elini güçlendirebilir. Bu anlamda yapılacak en olası “jest” İsrail hapishanelerindeki Filistinli mahkumların serbest bırakılmasıdır.

Yalnız burada hassas bir denge söz konusudur. İsrail’in öncelikli isteği “terör”e son verilmesidir. İsrail bunu önkoşul olarak istemekte ve gerçekleşmemesi durumunda hiçbir şekilde masaya oturmayacağını açıklamaktadır. Yani ilk adımı Filistin’in atması gerekmektedir. İlk taviz ya da çaba Filistin tarafından gelecektir. Verilecek tavizlerin de Filistin içinde bir karşılığı olacaktır. Bu dengenin sağlanamaması içerde rahatsızlıklara yol açabilir ve Abbas’ın liderliğini tehdit edebilir.

Her ne kadar barış adına bir beklenti doğmuş olsa da yeni Filistin liderliği yukarıda sayılan birçok zorluk ve ikilemle de karşı karşıyadır. Yeni liderlik barış adına bazı olumlu adımlar atsa da kısa ve orta vadede kalıcı bir çözüm bulunması halen çok uzak gözükmektedir. Kudüs’ün statüsü, mültecilerin Filistin’e dönüşü, sınırlar gibi sorunlar her iki tarafın da olmazsa olmazları olma niteliğini sürdürdüğü sürece yeni Filistin liderliğinin de soruna bir çözüm getirme kapasitesi bulunmamaktadır.

Thursday, January 06, 2005

Arafat Sonrası Filistin

Oytun Orhan*



Orta Doğu’da eski denklemler ve parametreler her geçen gün değişmektedir. Soğuk Savaş koşullarında oluşan, fakat 1990’larda da etkinliğini koruyan unsurlar 11 Eylül sonrası başlayan değişim süreciyle, birer birer ortadan kalkmakta ve yerlerini yeni belirleyicilere bırakmaktadır. Bu çerçevede, Yaser Arafat’ın ölümüyle beraber Arap dünyasının içinde bulunduğu değişim rüzgarı, hem Filistin’i hem de Barış Sürecini etkileyecektir.

Filistin lideri Yaser Arafat’ın 11 Kasım 2004 günü gerçekleşen ölümü, sadece Filistin’de değil Orta Doğu’nun tamamında yeni bir dönemin başlangıcı anlamına gelmektedir. Arafat, 30 yılı aşkın bir süredir dünyada Filistin davasının sembolü durumundaydı. Arafat’ın bu konumu, ölümünün gerek Filistin içindeki gerek Barış Süreci’ne ilişkin olası etkilerinin tartışılması zorunluluğunu doğurmaktadır. Makalenin birinci kısmında, Arafat’ın ölümünün Filistin politikasında doğuracağı olası etkiler ele alınacaktır. Bu bölümde Arafat’ın konumu belirlendikten sonra, yeni siyasî süreçte etkin olacak güç merkezleri saptanmaya çalışılacaktır. Bu saptamalar ışığında 9 Ocak 2005 tarihinde gerçekleşecek devlet başkanlığı seçimlerine ilişkin düşünceler ve demokratikleşme olasılıkları ele alınacaktır. İkinci kısımda ise, Arafat’ın ölümünden sonra genel olarak Orta Doğu Barış Süreci’nin geleceği ve taraflar açısından kısa ve uzun vadeli stratejik ve taktik adımlar anlatılmaya çalışılacaktır.

1. Arafat Sonrası Filistin Politikası

Arafat da diğer birçok Arap lider gibi, yönetimde güç paylaşımını kabullenmemiş ve bir anlamda Filistin hareketi içinde bir “ikinci adam”ın ortaya çıkmasını engellemiş bir liderdir. Bu tür yapılanmalarda, liderin ortadan kalkması normalden çok daha derin etkiler yapmakta, belirsizliği ve güç/iktidar mücadelesini gündeme getirmektedir. Arafat, geniş çaplı kurumsal bir ağ aracılığıyla tüm otoriteyi kendi kişiliğinde birleştirmiştir. Bu yapılanmayı kendi liderlik ve yönetim anlayışı çerçevesinde kullanmıştır. Onun ayakta kalmasını sağlayan ve Filistin politikasını kontrol etmesine imkan veren üç temel kurum bulunmaktadır. Bunlar; Filistin Yönetimi, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve Fetih’dir [1]. Arafat ölümünden önce Filistin politikalarının belirleyicisi konumundaki bu üç kurumun da başında bulunuyordu. Barry Rubin, Arafat sonrası Filistin’e ilişkin çalışmasında, Arafat’ın Filistin politikasındaki konumunu şu şekilde ifade etmektedir: “Filistin Yönetimi daima bir adamın kontrolü altında olmuştur. Arafat’ın uzun yıllar Filistin’in lideri olarak kalmasının nedeni, hareketin bilinen tek yöneticisi olarak uzun süre bulunması, iç politikadaki hakimiyeti, dünya tarafından tanınması ve uygun bir alternatifinin olmamasıdır. Yaser Arafat bir anlamda Filistin siyaseti demektir. Bu konumu nedeniyle Filistin politikası üzerinde tam bir hakimiyete sahiptir.” [2] Rubin’in bu tespitleri, Filistin politikasının otoriter yapılanmasını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Otoriter yapılanmalar aynı zamanda kendi içlerinde kırılgan bir nitelik de taşır. Çünkü bu tür yapılanmalar, tek adam ya da grubun iktidarına dayanmaktadır ve yapının başındakinin ortadan kalkması tüm sistemin etkilenmesine yol açmaktadır. Filistin siyaseti için de aynı durumun söz konusu olduğu söylenebilir. Arafat’ın ölümü, Filistin’de ciddi bir boşluk yaratmış ve Arafat sonrası senaryoların yoğun bir şekilde tartışılmasını da beraberinde getirmiştir.

FKÖ, yapısal olarak birçok alt örgütü içinde barındırmaktadır. FKÖ’nün en önemli ve güçlü örgütü ise, Yaser Arafat tarafından kurulan Fetih grubudur. Filistin Yönetimi’nde liderlik ve bürokrasi Fetih grubunun elindedir. Dolayısıyla, Arafat sonrası dönemde Filistin’in iç ve dış politikalarının belirlenmesinde bu grup etkili olacaktır. Fetih’i de kendi içinde bir bütün olarak algılamamak gerekmektedir. Bu grup içinde de, genç nesil-yaşlı nesil, radikal-ılımlı olarak ifade edilen kesimler arasında bir rekabet yaşanmaktadır.

Fetih grubu içindeki temel çelişki yaşlı nesil-genç nesil olarak adlandırılan kesimler arasındadır. Yaşlı nesil, Filistin Yönetimi içinde güç merkezlerini elinde bulundurmaktadır. Devlet başkanlığı ile beraber, silahlı güçlerin, güvenlik birimlerinin ve bakanlıkların başında bu kesimden gelen kişiler bulunmakta ve dolayısıyla Filistin politikasında belirleyici olmaktadırlar.

Yaşlı nesil-genç nesil ayrımı, esasen Eylül 2000’de başlayan İkinci İntifada hareketiyle derinleşmeye ve Arafat için tehlike oluşturur bir noktaya gelmeye başlamıştır. İkinci İntifada hareketi, bir yandan Filistin Yönetimi’nin zayıflamasına ve meşruiyet zemininin azalmasına neden olurken, diğer taraftan milliyetçi blokta iç bölünmelerin ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır. Oluşan boşluk da, özellikle Hamas gibi radikal İslamcı örgütler tarafından doldurulmuştur.[3] Fetih’in genç nesli, 2000 İntifadasını Filistin siyasal sistemini kendi doğrultusunda etkilemek için kullanmıştır. Bu süreçte İsrail’e yönelik silahlı eylemler halk içindeki desteklerinin artmasına, yaşlı nesle karşı konumlarını güçlendirmelerine ve bağımsız silahlı gruplar kurmalarına fırsat sağlamıştır. Bu grup aynı zamanda İslamcılarla da ittifak içine girmiş ve zengin şehirli tüccar sınıfına karşılık fakir kesimin desteğini arkasına almıştır.[4] Buna ek olarak, Filistin Yönetimi içinde ortaya çıkan rüşvetle ilgili iddialar Arafat ve yaşlı neslin konumunu zayıflatmıştır. İkinci İntifada öncesi, Filistin halkı içinde Fetih’in destek oranı yüzde 37 civarındayken 2004 yılında bu oran yüzde 28’lere düşmüştür.[5]

İsrail tarafından 2004 yılının başında ortaya atılan Gazze Planı da, Filistinliler tarafından büyük oranda İslamcılar ve genç neslin bir başarısı olarak görülmektedir. Dolayısıyla plan, gençlerin daha da güçlenmesine ve Filistin Yönetimi içinde yaşlı nesle karşılık açık mücadeleye girmelerine ortam sağlamıştır. Bu süreçte toplumun diğer birçok kesiminden de gelen baskılar üzerine Arafat bir dizi karar almak zorunda kalmış ve güvenlik yapılanmasına ilişkin yetkilerinin bir kısmını devretmiştir. Ancak bu süreç, yönetimde yaşlı neslin etkinliğine son vermemiş ve genç neslin siyasal karar alma süreçlerine daha aktif katılımını sağlamamıştır.[6] Dolayısıyla, bu iki kesim arasında halen devam eden bir mücadele söz konusudur ve Arafat sonrası devlet başkanlığı seçimleri ve yeni siyasî yapılanma bu çerçevede şekillenecektir.

a. Hamas’ın Konumu

Hamas’ın yükselişi, 1996 yılı ve sonrasına denk düşmesine rağmen, tıpkı genç nesil gibi etkinlikleri ve halk içindeki destek tabanları İkinci İntifada sonrasında önemli ölçüde artmıştır. Hamas ve diğer İslamcı örgütler, İsrail’e yönelik şiddet içerikli politikaları ve intihar saldırıları aracılığıyla Filistin halkının desteğini kazanmaya başlamışlardır. İslamcı örgütlerin İkinci İntifada öncesi destek oranları yüzde 17’ler civarındayken, 2004 yılında bu oran yüzde 35’lere yükselmiş durumdadır.[7]

Hamas da, özellikle Gazze Şeridi’nde artan bu halk desteğini siyasal güce dönüştürme arayışı içindedir. Hamas, Arafat sonrası dönemde muhtemelen “sadık muhalefet” rolünü üstlenecektir. Hamas, her ne kadar İsrail’i temelden reddetse ve şiddet politikalarını savunsa da, esasen Filistin Yönetimi içinde karar alma süreçlerinde daha etkin bir konuma yükselmek istemektedir. Ön planda olmaktansa geri planda kalmayı tercih edecek, ancak kararlarda ve siyasî tartışmalarda daha aktif bir konum arayışı içinde olacaktır. Hamas, hangi adayın kazanacağı konusunda da etkin olacaktır. Bu da Hamas’a seçim sonrası yapılanmada daha fazla söz sahibi olma imkanı tanıyacaktır. Bu süreç, Hamas’ın zamanla silah bırakarak, İsrail’deki radikal dinci parti Şas niteliğinde bir dinî muhalefet partisine dönüşmesiyle de sonuçlanabilir.[8] Hamas ve diğer radikal İslamcı grupların bundan önceki seçimlerde olduğu kadar bu ulusal seçimlerle de ilgilenmesi, bu grupların Filistin Yönetimi içinde daha etkin olma yönündeki isteklerini göstermektedir.

Hamas’ın, parlamentoda koltuk kazanma karşılığında silah bırakmayı kabul ettiği de belirtilmektedir.[9] Hamas, seçim kanununa ilişkin yapılan tartışmalara katılmakta ve görüşlerini sunmaktadır. Sahip olduğu halk desteğini siyasal güce dönüştürme arayışı içindedir. Bu yöndeki görüşler önemli Filistinli yazarlar tarafından da tartışılmaktadır. Davut Kuttab, bu grupların direnişin öneminden bahsetmelerine rağmen, yaptıkları açıklamaların siyasal faaliyetlere dönüş işaretleri taşıdığını ve bunun geçekleşmesi durumunda İntifadanın silahlanma döneminin sonuna şahitlik ettiğimizi belirtmektedir.[10] Hamas’ın Batı Şeria’daki üst düzey liderlerinden Şeyh Hasan Yusuf da, örgütün seçimlerde herhangi bir aday öne sürmediğini, daha çok FKÖ içinde bir grup olmak istediklerini açıkça belirtmiştir.[11] Bu ihtimalin varlığına karşılık, Hamas’ın kendi varlık nedenini oluşturan değerlerden tamamen vazgeçerek bir siyasî partiye dönüşme olasılığına yine de şüpheyle yaklaşmak gerekmektedir.

b. Seçimlere Yönelik Düşünceler

Filistin Yönetimi’nde liderlik ve bürokrasi Fetih grubunun elindedir ve 9 Ocak 2005’te gerçekleşecek devlet başkanlığı seçimlerinden sonra da bu durum muhtemelen devam edecektir. Büyük ihtimalle yetkilerin ve gücün tek elde toplandığı bir yönetimden ziyade, bunların farklı kişiler tarafından paylaşıldığı yeni bir yönetimin ortaya çıkması beklenebilir. Diğer bir ifadeyle ortak liderlik daha muhtemel gözükmektedir. Arafat, sadece Filistin Yönetimi’nin başkanlığını değil, aynı zamanda FKÖ ve Fetih’in liderliği görevlerini elinde bulunduruyordu. Muhtemelen, Arafat’ın sahip olduğu bu yetki ve görevler paylaşılacaktır.

Seçimlerde dokuz adayın yarışacağı belirtilse de sadece Mahmut Abbas isminin ön plana çıktığı söylenebilir. Mahmut Abbas yaşlı neslin öne çıkan temsilcisi ve devlet başkanlığı seçimlerinin en güçlü adayı olarak gösterilmektedir. Fetih de, devlet başkanlığı seçimlerinde adaylarının Mahmut Abbas olduğunu açıklamıştır.[12] Esasen seçimlere kayıt için son tarih olan 25 Kasım’a kadar Abbas’ın seçimleri kazanmasına kesin gözüyle bakılıyor ve sürecin daha rahat geçeceği düşünülüyordu. Ancak Mervan Barguti, daha önce Abbas’ı desteklediğini açıklamış olmasına rağmen, aday kaydının son gününde karısı aracılığıyla Abbas’a karşı resmen aday olduğunu açıklamıştır.[13] Bu da, devlet başkanlığı seçimlerini biraz daha karmaşıklaştırmış ve Abbas’ın seçilme şansını az da olsa zayıflatmıştır. Halen İsrail’de hapishanede bulunan Mervan Barguti’nin adaylığı önemliydi zira Barguti, İkinci İntifada sonrasında özellikle Batı Şeria’da halk içinde yoğun destek sağlamış ve genç neslin en önemli lideri konumunda olan biridir. Arafat’ın sağ olduğu dönemde devlet başkanlığı seçimlerine ilişkin olarak yapılan anketlerde, Arafat’tan sonra en fazla oy potansiyeline sahip isim olarak Barguti gözüküyordu.[14]

Barguti daha önce Fetih içinde bir parçalanmaya yol açmamak için Abbas’ı desteklediğini açıklamış ve aday olmamıştı. Ancak muhtemelen gelen baskılar üzerine, üyesi olduğu Fetih’in adayına karşı, bağımsız aday olarak seçimlere katılma kararı almıştır. Barguti’nin bu kararı özellikle Fetih tarafından ciddi şekilde eleştirilmiş ve Fetih’in şu anki lideri Faruk Kaddumi, Barguti’yi Fetih’ten ihraç etmekle tehdit etmiştir.[15] Benzer açıklamalar Filistin Dışişleri Bakanı Nebil Şaat tarafından da gelmiş ve “Fetih, Mervan kardeşimizi, popülaritesini Mahmut Abbas kardeşimizi desteklemek için kullanmaya çağırıyor” ifadelerini kullanmıştır.[16] Esasen yapılan bu üst düzey açıklamalar Barguti’nin adaylığının ciddiye alındığını ve bu adaylığın Fetih içinde bir parçalanmaya yol açmasından duyulan kaygıyı yansıtmaktadır. Bu açıklamaları takiben Barguti yeniden karar değiştirerek adaylıktan çekilmiş ve seçimde Mahmut Abbas’ı destekleyeceğini belirtmiştir.[17]

Barguti’nin seçimler öncesinde kısa zaman içinde böyle çelişkili kararlar alması hem Fetih içinde hem de halk tabanındaki prestijini etkileyecektir. Her ne kadar adaylığını destekleyen kimseler olsa da, Fetih’in adayına karşı aday olduğunu açıklaması bu grup içinde bazı kendi yandaşları tarafından bile tepkiyle karşılanmıştı. Bunun yanında kısa süreler içinde böylesi farklı kararlar alması halk içinde de hoş karşılanmayacaktır. Esasen Barguti’nin adaylığını açıklaması, yaşlı nesil-genç nesil çatışmasının bir sonucu olarak görülebilir. Hatta Barguti’nin adaylığının gerçek olmaktan ziyade, sembolik bir nitelik taşıdığı düşüncesi de bulunmaktadır. Buna göre Barguti zaten seçimlere girmeyecekti. Genç nesil, seçimler sonrası siyasal yapılanmada daha fazla söz sahibi olabilmek için ellerini güçlendirmek ve bir pazarlık aracı olarak kullanabilmek için Barguti’nin adaylığını öne sürmüştü.[18]

Barguti her ne kadar halk tabanında daha yoğun bir desteğe sahip olsa da, eğer aday olsaydı Abbas’ın seçimleri kazanma olasılığı yine de daha yüksekti. Bunda birkaç unsurun etkili olduğu söylenebilir. Abbas, öncelikle Filistin’de hakim kesimlerin desteğini arkasına almış durumdadır. Bunun da ötesinde, Abbas’ın şansını artıran bir diğer neden uluslararası toplulukta sahip olduğu güvenirlik ve itibardır. Abbas, ABD ve bunun dışında birçok Avrupa ülkesi tarafından kabul görmekte ve desteklenmektedir. ABD Başkanı George W. Bush ve İngiltere Başbakanı Tony Blair, Abbas’ı “Filistin’de demokrasinin habercisi ve yol haritasının garantörü” olarak tanımlamışlardır.[19] Bunun yanında, Abbas’ın bölge devletlerinin de desteğini alması beklenebilir. Mahmut Abbas, Filistin Başbakanı Ahmet Kurey ile birlikte Aralık ayı başında, temaslarda bulunmak üzere Suriye'ye gitmiştir. Suriye’nin ardından Kuveyt’e giderek, 1990 Körfez Savaşı’nda dönemin Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’i desteklemelerinden dolayı Kuveyt’ten özür dilemiştir.[20] Bölge devletlerinin desteğini sağlamak ve ilişkilerini geliştirmek için atılan bu adımları takiben, Abbas’ın Körfez turuna çıkması ve bu kapsamda, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman ve Katar'ı da ziyaret etmesi beklenmektedir.[21] Bütün bunlar, Abbas’ı uluslararası toplulukta daha kabul edilir bir lider konumuna sokmaktadır. Buna karşılık, Barguti’nin en büyük dezavantajı ulusal düzeyde yeterli desteğe, güvenirliğe ve itibara sahip olmamasıdır. Bu durum, uluslararası düzeyde de geçerlidir. Bu, onların İsrail’le masaya oturma gücünü de sınırlamaktadır. İsrail Başbakanı Ariel Şaron 28 Kasım 2004 tarihli Newsweek dergisinde yayımlanan röportajında yeni Filistin yönetimiyle, Gazze’den Çekilme Planı konusunda her türlü işbirliğine hazır olduğunu açıklamıştır. Bu da İsrail’in, Mahmut Abbas’la daha kolay görüşme masasına oturacağını göstermekte ve dolayısıyla şansının artmasına neden olmaktadır. Abbas’a yönelik bu bakışa karşılık İsrail, Mervan Barguti’yi “terörist” olarak tanımlamakta ve hapishaneden çıkmasına kesinlikle izin vermeyeceğini belirtmektedir. Dolayısıyla Barguti aday olsa da seçilme şansı bulunmuyordu. Seçimlerde Fetih’in belirlediği aday olan Mahmut Abbas’ın kazanması büyük olasılıktır. Hatta Barry Rubin daha da ileri giderek, Filistin’de Arafat sonrasında gerçekleşecek seçimleri, Fetih tarafından gösterilecek adayın, yani Mahmut Abbas’ın, onaylanması için yapılacak bir plebisit olarak yorumlamaktadır.[22] Ancak hangi aday seçilirse seçilsin, Filistin hareketi içinde Arafat’ın sahip olduğu meşruiyet düzeyine sahip başka herhangi bir lider adayı bulunmamaktadır.

Mahmut Abbas, politik açıdan nispeten güçlü konumuna karşılık Filistin halkı içinde ciddi bir tabana sahip değildir ve bu nedenle seçilebilmesi için birçok farklı grubun desteğini alması gerekmektedir.[23] Farklı kesimlerin desteğini alabilmek için de, bunlara yeni yönetimde daha fazla yer açması gerekmektedir. Bu da seçim sonrası süreçte, mevcut iktidar yapılanmasından farklı olarak, daha değişik grupların etkin konuma yükselmesine neden olabilir. Abbas’ın seçimleri kazanabilmesi için genç neslin de desteğini sağlaması gerekmektedir. Bu da, yeni yönetimde bu kesime karar alma süreçlerinde ve siyasal sistemde daha fazla yetki verilmesiyle sağlanabilir. Bunun gerçekleşeceğini varsayarsak, seçim sonrası süreçte hükümette ve diğer önemli noktalarda genç neslin ve belki de radikal İslamcıların temsilcilerine daha çok rastlanabilecektir.

Abbas bu çerçevede, Filistin içinde farklı gruplarla bir araya gelmektedir. Abbas, milliyetçi ve İslamcı gruplarla görüşmeler yapılacağını, bir cephe oluşturulmaya çalışıldığını ve güvenlik ortamı sağlanmasına çaba gösterildiğini belirtmektedir.[24] Bu kesimlerin desteğini kazanmak amacıyla Filistin Yasama Konseyi, Fetih içinden genç liderlere yol açacak, küçük partilere temsil konusunda daha fazla olanak sağlayacak yeni bir seçim yasası hazırlanması konusunda çalışmaktadır. Filistin Yasama Konseyi tarafından sunulan değişikliklerle, Konsey’de yaşlı nesil politikacıların tekeline son verileceği, yaş ortalamasının düşürüleceği ve temsil tabanının genişletileceği söylenmektedir.[25] Tüm bu çalışmalar, gelen baskılar nedeniyle ve iktidar değişiminin sorunsuz yaşanması amacıyla atılan adımlar olarak değerlendirilebilir.

Arafat’ın ölümü Filistinliler içinde Fetih’e yönelik desteğin artmasına neden olmuştur. sivil halkta, gerçekçi çözümlerin ön plana çıkarılması gerektiği yönünde bir görüş belirmeye başlamıştır. Bu da, Fetih’e yönelik desteğin artmasına neden olmuştur. Bu yöndeki ilk gelişme, Nablus’da An-Najah Üniversitesi’nde gerçekleştirilen öğrenci seçimlerinde sekiz yıldır ilk kez İslamcılara karşı Fetih’in seçimleri kazanması olmuştur. Bu seçimlerde ortaya çıkan durumun, Aralık ayındaki belediye seçimleri ve Ocak 2005’teki devlet başkanlığı seçimleri için de bir gösterge olduğu belirtilmektedir.[26]

Filistin’de Arafat’ın ölümü sonrası liderlik mücadelesinde İsrail’in uygulayacağı politikalar da diğer unsurlarla beraber etkili olacaktır. Ilımlı olarak bilinen Mahmut Abbas’ın Filistin liderliğine getirilmesi, İsrail’in çıkarları açısından daha rasyonel gözükmektedir. Abbas’ın liderliğinin İsrail’in çıkarına olduğu düşünülürse, İsrail bundan sonraki süreçte, Abbas’ı rahatlatacak ve Filistin içinde meşruiyetinin ve destek tabanının artmasını sağlayacak politikalar izleyebilecektir. Öncelikle Filistin’e yönelik askerî operasyonlara bir süre ara verebilir ve sivil halka zarar vermekten kaçınabilir. İsrail, Gazze’den tek taraflı çekilme planında da yeni Filistin Yönetimi’yle işbirliği yapabileceğini açıklamıştır.[27] İsrail’in böyle bir işbirliğine girişmesi Abbas’ın meşruiyetini artıracaktır. İsrail, açık bir biçimde Abbas’ı desteklemeyecektir. Zira böyle bir tutum, Filistin halkında Abbas’a olan güveni azaltacaktır.

Abbas’ın başa geçmesi İsrail’in çıkarınaysa da, bu süreçte önemli engeller bulunmaktadır. FKÖ lideri Abbas’ın 12 Kasım 2004 günü, Yaser Arafat için kurulan taziye çadırını ziyareti sırasında açılan ateş sonucunda iki koruması öldürülmüştür.[28] Bu eylem, FKÖ içinde Abbas’ın liderliğine karşı çıkan bazı silahlı gruplar tarafından gerçekleştirilmiştir. FKÖ içindeki radikal kesim olarak adlandırılabilecek bu gruplar Abbas’ın devlet başkanlığının önündeki engellerden biridir. Saldırı, bu doğrultuda mesaj içeren bir eylemdir. Abbas’a karşı olan gruplar, kontrolün ve gücün kendilerinde olduğu mesajını vermeye çalışmışlardır. Abbas’ın liderliğinin engellenememesi durumunda, FKÖ içinde muhalefet eden bu kesimlerle bazı çatışmalar ya da bazı parçalanmalar ortaya çıkabilir. Özellikle İsrail askerî istihbaratı tarafından gündeme getirilen bir diğer olasılık, her ne kadar zayıf bir ihtimal de olsa, Filistinli gruplar arasındaki çatışmanın çözümlenemeyerek bir iç savaşa dönüşmesidir.[29]

Abbas’ın karşılaşacağı bir diğer zorluk ise, çok parçalı Filistinli silahlı grupları tek bir çatı altında toplamak olacaktır. Arafat zamanında dahi kontrolü zor sağlanan bu gruplar, Filistin’de güvenliğin sağlanması yönünde en büyük tehdidi oluşturacaktır. İsrail tarafından da istenen bu yapılanma yönünde ilk adımlar atılmaya başlanmış ve Gazze’de halkın da rahatsız olduğu bir güvenlik birimi dağıtılmıştır. Fetih grubu, bir iç çatışmanın engellenmesi ve karar alma sürecinin merkezileşmesi için silahlı grupların birleştirilmesine çalışıldığını açıklamıştır.[30]

Filistin’de 9 Ocak 2005 tarihinde gerçekleştirilmesi planlanan seçimler, Filistin Yönetimi’nin halk içindeki meşruiyet zeminini güçlendirecektir. İkinci olarak genç neslin yönetime daha aktif katılımına yol açacaktır. Genç nesil ve onunla beraber Hamas, halk içinde sahip olduğu desteği siyasal güce dönüştürme imkanına kavuşacaktır. Bu da, yeni Filistin Yönetimi’ne ulusal güvenlik adına bazı siyasal riskleri alma gücü sağlayacak ve silahlı grupların silahsızlandırılması ve tüm silahlı güçlerin tek bir merkezde birleştirilebilmesi için fırsat yaratacaktır. Son olarak seçimler, demokratik ilkelerin sınırlı da olsa kurumsallaşmasını ve Filistin siyasal sisteminin güvenirliğinin artmasını sağlayacaktır.[31] Bundan sonra, Arafat döneminde olduğu gibi “ tek kişi” yönetiminin ortaya çıkmasının zor olduğu söylenebilir.

Arafat’ın yokluğu, Filistin’de kurumlara ve demokratik süreçlere güç kazandıracaktır.[32] Ancak bu, Arafat sonrasında Filistin’de ciddi bir demokratik değişim beklentisi doğurmamalıdır. Filistin’de kurulan siyasal yapı demokratik ilkeler temelinde oluşturulmamıştır ve kısa sürede değişmesi beklenmemelidir. Filistin’in siyasal ve ekonomik yaşamını kontrol eden kesimlerin,[33] ülkede demokratik siyasal süreçlerin ortaya çıkmasına engel olması beklenebilir. Ayrıca Filistin’in ekonomik yapılanması otoriter kurumsallaşmaya imkan tanımaktadır. Filistin Yönetimi’nin gelirlerinin büyük bölümü, vatandaşlarından sağladığı vergilerden değil, İsrail’de çalışan Filistinlilerden toplanan vergileri İsrail’in Filistin Yönetimi’ne aktarmasıyla elde edilmektedir. Filistin Yönetimi, bu paraların dağıtımı konusunda tek yetkili konumdadır. Gelirlerin büyük oranda İsrail’den gelmesi, içerde herhangi bir kişi ya da kesimin siyasal sistemde söz hakkını engellerken, gelirlerin tek elde toplanması ve dağıtımında tek sorumlunun bulunması siyasal güçle beraber ekonomik gücü de yönetimin eline bırakmaktadır. Bu yapılanma da, demokratik kurumsallaşmanın önündeki en önemli engeli oluşturmaktadır.[34] Ayrıca Arafat’ın mirası olarak kabul edebileceğimiz Filistin örgütlerinin düzensizliği de, her ne kadar bazı adımlar atılmaya çalışılsa da, varlığını sürdürecektir. Bu da, şiddetin durdurulması, muhaliflerin kontrol edilmesi ve devlet yönetiminin işleyişini engelleyecek bir unsurdur.[35]

Demokratikleşme bağlamında en büyük “tehdit” genç nesilden gelecektir. Filistin’de sivil toplumun oluşturulması alanında yapılan tüm faaliyetlerde etkin olan bu grup, demokrasinin ve insan haklarının da ateşli savunucularındandır.[36] Bu kesimin yeni yapılanmada daha güçlü bir konuma yükseleceği düşünülürse demokratikleşme alanında bazı gelişmeler yaşanabilir. Ancak yukarıda sayılan yapısal zorluklar nedeniyle sınırlı adımların atılması daha muhtemeldir.



* ASAM Orta Doğu Araştırmaları Masası



[1] Amjad Atallah, “Palestinian Politics After Arafat: What’s Next”, The Brookings Institution, Saban Center/Brookings Briefing, Washington, 11 Kasım 2004. (Brookings Institution’da düzenlenen panelin tam metnine, http://www.brookings.edu/dybdocroot/comm/events/20041111.pdf. adresinden ulaşabilirsiniz)
[2] Barry Rubin, “Arafat’tan Sonra Hayat Var mı?”, Burcu Değirmen (ter.), Avrasya Dosyası, Cilt 9 Sayı 4, İlkbahar 2003, ss. 146-158.
[3] Khalil Shikaki, “The Future of Palestine”, Foreign Affairs, Cilt 83 Sayı 6, Kasım/Aralık 2004. (Yazı internet ortamından temin edildiği için sayfa numaraları verilememektedir. Yazının tam metnine, http://www.foreignaffairs.org/20041101faessay83605/khalil-shikaki/the-future-of-palestine.html?mode=print, adresinden ulaşabilirsiniz)
[4] Shikaki.
[5] Shikaki.
[6] Shikaki.
[7] Shikaki.
[8] Atallah.
[9] Shikaki.
[10] Hamas’ın bir terör örgütünden siyasal partiye dönüşmesi olasılığına ilişkin olasılıklar, Stratejik Analiz’in 52. sayısında “Hedefteki Örgüt Hamas” başlığı altında yayımlanan çalışmada tartışılmıştır.
[11] “Hamas Leader Signals Group Has Halted Attacks on Israelis”, The Daily Star, 30 Kasım 2004.
[12] “El Fetih’in Adayı Mahmut Abbas”, NTVMSNBC, 23 Kasım 2004, http://www.ntvmsnbc.com/news/297304.asp.
[13] “Barguti Filistin Seçimlerinde Aday”, NTVMSNBC, 25 Kasım 2004, http://www.ntvmsnbc.com/news/297847.asp.
[14] “Abbas Gets Boost in Bid for Palestinian Presidency”, Bloomberg internet sitesi, http://www.bloomberg.com/apps/news?pid=10000087&sid=ajZoRgRtVlYo&refer=top_world_news, 26 Kasım 2004.
[15] “Kaddumi'den Barguti'ye Tehdit”, Anadolu Ajansı, 6 Aralık 2004.
[16] “Nebil Şaat, Barguti'ye Seçimlerden Çekilme ve Abbas'ı Destekleme Çağrısında Bulundu"”, Agence France Press (Byegm), 6 Aralık 2004.
[17] “Mervan Barguti Çekilme Kararı Aldı”, NTVMSNBC, 12 Aralık 2004, http://www.ntvmsnbc.com/news/300475.asp.
[18] David Makovsky, “Post-Arafat Transition: Upcoming Palestinian Elections”, The Washington Institute, Peacewatch Sayı 482, 19 Kasım 2004, http://www.washingtoninstitute.org/watch/peacewatch/peacewatch2004/482.htm.
[19] “Everybody Loves Abbas-Except Palestinians”, DEBKAfile internet sitesi, 22 Kasım 2004, http://www.debka.com/article.php?aid=94.
[20] “Saddam’ı Desteklediğimiz İçin Özür Dileriz”, NTVMSNBC, 12 Aralık 2004, http://www.ntvmsnbc.com/news/300449.asp.
[21] “Abbas ve Kurey Bugün Şam’da”, Yeni Şafak, 6 Aralık 2004, http://www.yenisafak.com/d02.html.
[22] Rubin, s. 154.
[23] Gleen E. Robinson, “Palestine After Arafat”, The Washington Quarterly, Kış 2000, s. 79.
[24] “Abbas to Meet Hamas Chief in Syria”, Xinhuanet, 5 Aralık 2004, http://news.xinhuanet.com/english/2004-12/05/content_2297186.htm.
[25] Lamia Lahoud, “Fatah Wins An-Najah University Elections”, Jerusalem Post, 30 Kasım 2004.
[26] Lamia Lahoud, “Fatah Wins An-Najah University Elections”, Jerusalem Post, 30 Kasım 2004.
[27] “İsrail Filistin’le Pazarlık Hazırlığında”, NTVMSNBC, 16 Kasım 2004, http://www.ntvmsnbc.com/news/296261.asp.
[28] “Mahmut Abbas’a Kanlı Protesto”, NTVMSNBC, 14 Kasım 2004, http://www.ntvmsnbc.com/news/296108.asp.
[29] “Military Intelligence Rules Out Civil War if Arafat Dies”, Haaretz, 2 Kasım 2004.
[30] “Palestinians Disband Gaza Security Force”, Reuters, 28 Kasım 2004.
[31] Shikaki.
[32] Davut Kuttab, “Post-Arafat Scene”, http://www.daoudkuttab.com, 19 Kasım 2004.
[33] Gleen E. Robinson güvenlik güçleri, devlet bürokrasisi, Fetih grubu ve Filistinli zengin toprak sahipleri olarak sınıflandırdığı bu grupları “Dörtlü Çete” olarak adlandırmaktadır.
[34] Robinson, s. 88.
[35] Rubin, s. 148.
[36] Robinson, s. 89.

ABD Neden Yeniden Suriye’ye Yöneldi?

Amerikan basınında, Bush yönetiminin Suriye’ye yeni birtakım yaptırımlar uygulamayı düşündüğünü belirten haberler yer almıştır. Geçen yıl içinde en son olarak Başkan Bush’un da onaylamasıyla yasalaşan “Suriye Sorumluluk Yasası” Amerikan yönetiminin Suriye’ye diplomatik ve ekonomik yaptırımlar uygulamasına imkan tanımaktadır. Bu güç şu an yönetimin elindedir. Yaptırımlar, Suriye üzerinde kullanılabilecek bir baskı unsuru durumundadır. ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan Adam Ereli, yeni yaptırımların gündemde olup olmadığına ilişkin olarak sorulan soruya, “sorumluluk yasasının yönetime böyle bir imkan tanıdığını ve bunun her zaman için masada bir seçenek olarak bulunduğunu” söylemiştir. Bu sözler, yaptırımların ABD yönetimi tarafından nasıl bir baskı unsuru olarak kullanıldığını açıkça göstermektedir.

Peki neden bu dönemde Suriye’ye yaptırımlar gündeme taşınmıştır. Buradaki anahtar konu, Ocak ayının sonunda Irak’ta gerçekleşecek seçimlerdir. ABD seçimler öncesinde Irak’taki güvenliği sağlamaya çalışmaktadır. Irak’ın güvenliği konusunda da öne çıkan ülkelerin başında Suriye gelmektedir. Amerikan yönetimi uzun süreden beri ama özellikle son günlerde Suriye’yi Irak’a gerçekleşen sızmaları engellememekle, direnişçilere yardım etmekle, eski Irak rejiminin üst düzey yöneticilerini barındırmakla suçlamaktadır. Dolayısıyla Irak’ın istikrarı, güvenliği bağlamında Suriye önemli bir etkendir.

Birkaç haftadır Suriye’ye yönelik suçlamaların şiddetinin artması, Armitage’ın Suriye’yi ziyaret ederek uyarılarda bulunması ve en son olarak da yaptırımların gündeme gelmesi seçimler öncesinde Irak’ta güvenliğin sağlanmasına yönelik çabaların bir sonucudur. ABD, diğer baskı unsurlarıyla beraber yaptırımlar kozunu kullanarak Suriye’nin Irak’ın istikrarı üzerinde olumsuz etkileri olacak politikalarına engel olmaya, davranışlarını sınırlamaya çalışmaktadır. ABD’nin son haftalarda Suriye’ye yönelimi bu çerçevede değerlendirilebilir.

Tuesday, January 04, 2005

Türkiye-İsrail İlişkileri ve Barış Sürecinde Yeni Dönem (mi?)

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün İsrail ve Filistin ziyaretleri birkaç açıdan önem taşıyor. Ziyaret, İsrail-Türkiye ilişkilerinde soğukluğun yaşandığı bir dönemde ve Filistin’de gerçekleşecek devlet başkanlığı seçimleri öncesi gerçekleşiyor olmasından dolayı anlam ifade etmektedir.

İsrail’in, Hamas’ın liderlerine yönelik eylemleri ve en son Refah mülteci kampına düzenlediği operasyon sonrasında Türkiye’nin bu olayları sert bir şekilde kınamasıyla Türk-İsrail ilişkileri gerilmişti. AKP’nin iktidara gelmesinden bu yana İsrail’e hükümetten herhangi bir üst düzey ziyaretin yapılmamış olması da gerginliğin birçok yorumcu tarafından AKP’nin İslami kimliğiyle açıklanmasına neden olmuştu. Ancak İsrail ile gerginliğin ortaya çıkışında farklı etkenler rol oynamıştı. Öncelikle 1996 yılından iki ülke arasında askeri müttefiklik ilişkisini doğuran nedenler etkisini yavaş yavaş kaybetmekteydi. Bunlardan en önemlisi, Irak Savaşı sonrasında ortaya çıkan yeni bölgesel koşulların Türkiye’yi Suriye ve İran gibi daha önce sorunları olan ülkelere yakınlaştırmasıdır. Daha önce İsrail ve Türkiye açısından “ortak tehdit” olarak görülen bu devletlere karşı işbirliği ortamı yavaş yavaş kalkmaya başlamıştır. Özellikle Suriye’nin PKK’ya desteğini keserek işbirliği yapması ve ortak bölgesel kaygılar iki ülke ilişkilerinde hızlı bir gelişim sürecini doğurmuştur.

Ayrıca yine Irak Savaşı sonrasında, İsrail’in uyguladığı politikalar da Türkiye’nin rahatsızlık duymasına neden olmuştur. Özellikle İsrail’in Kuzey Irak bağlamında uyguladığı iddia edilen politikalar Türkiye’de tepkiyle karşılanmıştı. Bütün bunlara ek olarak belirleyici değil ancak hızlandırıcı faktörler olarak söyleyebileceğimiz her iki ülkede gerçekleşen iktidar değişikleri söylenebilir. İsrail’de Şaron hükümetinin başa geçmesiyle sertlik politikalarının yoğunluk kazanması ve Filistinli sivillere yönelik askeri operasyonlara hız kazandırılması. Buna paralel olarak İslami değerlere bağlılığı nedeniyle Müslüman bir topluma yönelik saldırılardan rahatsızlık duyacak AKP iktidarının başa geçmesi. Sayılabilecek diğer bazı etkenlerle beraber Türk-İsrail ilişkileri son bir yıl içinde gerginlik dönemi yaşamaktaydı.

Tüm bu sorun yaratan başlıklara karşılık, iki ülkenin uzun süreli bir soğuma yaşamasına engel olan ve birbirine yakınlaştıran bazı derin bağlar söz konusudur. ABD’yle ilişkiler, kimlik tanımlamaları, İsrail’in kendisine düşman Arap coğrafyası içinde Türkiye’nin desteğine duyduğu ihtiyaç, Yahudi lobisinin desteğine duyulan ihtiyaç, askeri işbirliği, ekonomik boyut gibi sayabileceğimiz birçok etken iki ülke arasında her ne kadar bir gerginlik yaşansa da bunun bir krize dönüşmesine engel olmaktadır. Dışişleri Bakanı Gül’ün İsrail ve Filistin ziyareti de bu kapsamda düşünülebilir.

Ziyaret iki boyut açısından önem taşıyor. Yukarıda bahsedilen ve bir yıl içinde ortaya çıkan gerginliğe son verme isteğinin öncelikli olarak önem taşıdığı söylenebilir. Hep söylenen AKP iktidarıyla beraber hiçbir üst düzey ziyaretin gerçekleşmediği yönündeki savlar böylelikle son bulacak. Türkiye tarafından gerçekleşen bu ziyaretle aradaki gerginlikleri sonlandırma imkanı doğacaktır.

Ziyareti önemli kılan ikinci unsur ise yaklaşan Filistin devlet başkanlığı seçimleri öncesi gerçekleşiyor olmasıdır. Filistin’de seçimler sonrasında muhtemelen Mahmut Abbas’ın başa geçecek olması İsrail-Filistin barışı adına bu yıl içinde önemli bir fırsat yaratacak gibi görünmektedir. İsrail, Arafat’ın ölümünü ve Abbas’ın liderliğini barış için önemli bir fırsat olarak görüyor. Abdullah Gül’ün Filistin’de Abbas’la da görüşmesi beklenmektedir. Bu ziyaret hem Türkiye’nin hem de İsrail’in Abbas liderliğine verdiği desteği göstermesi açısından önemli. Zira İsrail, Arafat’ın Türkiye ile görüşmesine izin vermiyor ya da onaylamıyordu. Ancak Abbas’la görüşmesine izin verilmesi bir başka açıdan Abbas yönetimine verilen onayın da işareti olarak görülebilir. Ayrıca, seçimler öncesinde Türk dışişleri bakanının böyle bir ziyaret gerçekleştiriyor olması, İsrail-Filistin barış görüşmelerinde bundan sonraki süreçte Türkiye’nin daha aktif katılımının da bir göstergesi olabilir. Her iki tarafla da yakın ilişkileri olan ve güvenilen Türkiye bu süreçte kolaylaştırıcı rol alabilir.

Bu konum, özellikle Avrupa Birliği’nden müzakere tarihi alınmasının ardından Türkiye’nin uluslararası toplulukta artan prestij ve etkinliğini göstermesi açısından da önemlidir.