Thursday, December 23, 2004

Erdoğan’ın Suriye Ziyareti Neden Önemli?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Suriye ziyareti özellikle zamanlama açısından önem taşımaktadır. Ziyaret genel olarak iki ülke arasında son yıllarda olumlu yönde gelişen ilişkilerin bir devamı olarak görülebilir. Adana Mutabakatı sonrası başlayan süreç, Irak Savaşı sonrası oluşan yeni bölgesel koşulların zorlaması ve ortak güvenlik kaygıları nedeniyle daha da farklı bir boyut kazanmıştı. En son Suriye lideri Beşar Esad’ın Türkiye ziyaretiyle ilişkilerin düzeyi önemli bir noktaya ulaşmış, bu süreçte iki ülke arasındaki su, Hatay gibi yapısal sorunlara kalıcı çözümler getirilemese de önemli adımlar atılmıştı. Özellikle ilişkilerin ekonomi ayağında önemli adımlar atılmış ve karşılıklı ticaretin artırılması yönünde anlaşmalar imzalanmıştı.

Erdoğan’ın Şam ziyaretinde de ikili ilişkiler bağlamında yine bazı kararlar alınmış, arada gerginliğe neden olan su sorunun çözümüne yönelik adımlar atılmıştır. Ancak ziyaret her ne kadar ikili ilişkiler bağlamında gözükse de özellikle zamanlaması açısından ele alındığında farklı konular ön plana çıkmaktadır. Ziyaret Suriye Başbakanı Muhammed Naci Otri'nin resmi daveti üzerine gerçekleşmiştir. Suriye’nin Brüksel Zirvesi sonrası böyle bir çağrı yapması ve Erdoğan’ın da, zirve sonrası ilk ziyaretini bir Orta Doğu ülkesi Suriye'ye yapıyor olması önemli. Suriye lideri Esad’ın “sayenizde Avrupa Birliği’ne (AB) komşu oluyoruz” ve “sizi örnek alıyoruz” şeklindeki ifadeleri ziyaretin Suriye açısından önemini ve Türkiye’nin AB ile tam üyelik müzakerelerine başlamasından duyduğu “heyecanı” gösteren ifadelerdir. Suriye’nin de AB ile ekonomik ilişkileri bulunmakta ve taraflar arasında daha çok ekonomik içerikli bir ortaklık anlaşmasının imzalanması gündemdedir. Suriye özellikle ekonomik anlamda içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtulmak için Türkiye’nin AB üyeliğini önemli görmekte ve bu sayede Avrupa’nın Orta Doğu’ya açılan kapısının Suriye olacağını düşünmektedir. Ekonomik boyutunun yanında, Batı’ya yakınlaşma ve dolayısıyla özellikle Irak Savaşı sonrası oluşan uluslararası baskı ortamından çıkış anlamında da Türkiye’nin üyeliğini önemli buluyorlar.

Ziyaret Türkiye’nin artan bölgesel konumunu ve Arap dünyasının Türkiye’ye bakışında gelişen değişimi göstermesi açısından da önemli. Türkiye’nin AB ile tam üyelik müzakerelerine başlaması sonrası Suriye’nin duyduğu heyecan diğer Arap ülkelerinin bakışını göstermesi açısında bir gösterge olabilir. Türkiye’nin bu sürece girmesi Suriye ve diğer Arap ülkelerini de hareketlendirebilir, demokratikleşme yönünde atacakları adımlarına hız kazandırabilir.

Zamanlama açısından önem taşıyan bir diğer nokta da, ABD’den ve Irak geçici yönetiminden son dönemde gelen “Şam, Irak'taki teröristlere destekliyor ve Musul'daki olayların arkasında Suriye var” şeklindeki suçlamaların yoğunlaştığı bir dönem olmasıdır. Dolayısıyla Suriye açısından ziyaret, Türkiye aracılığıyla bu gerginliğin ortadan kaldırılması anlamında da önem taşımaktadır. Bir diğer önemli konu da Irak’ta yaklaşan seçimlerdir. Ziyarette seçimlere ilişkin işbirliği olanakları da muhtemelen görüşülmektedir.

Monday, December 20, 2004

HAMAS Etkinlik Arayışında

Filistin’de 9 Ocak 2005 tarihinde gerçekleşecek devlet başkanlığı seçimleri yaklaştıkça iktidar mücadelesi de artmaktadır. Arafat’ın ölümü sonrasında oluşacak yeni siyasal yapılanmada daha fazla etkin olmak amacıyla farklı Filistinli gruplar ön plana çıkma çabası içindedirler.

Geçen hafta içinde Filistinli militanların, Gazze-Mısır sınırında bir İsrail karakolunu, 800 metre tünel kazarak temele yerleştirdikleri 1.5 tonluk bombayla havaya uçurarak beş İsrail askerini öldürmesi de bu çerçevede değerlendirilebilir. Eylem, HAMAS ve Fetih Şahinleri (bu grup kendini Fetih içinde ama ayrı bir fraksiyon olarak tanımlamaktadır) grubu tarafından üstlenilmiştir.

HAMAS örgütü her ne kadar İsrail’e karşı şiddeti savunsa ve bu ülkeyi temelden reddetse de özellikle liderlerine yönelik suikastlar sonucunda güç yitirmesinin ardından yeni süreçte daha çok Filistin siyasal karar alma süreci içinde yer alacağı bir rol arayışı içindedir. HAMAS’ın üst düzey liderlerinin bazı açıklamaları da örgütteki bu dönüşüme işaret etmektedir. Dolayısıyla HAMAS, Arafat’ın ölümünü ve yeni yapılanmayı kendisi açısından bir fırsat olarak görmektedir. Yeni rol arayışı çerçevesinde, genç nesil olarak adlandırılan grupla, Fetih içinde iktidarı elinde bulunduran yaşlı nesle karşı ittifak içine girmektedir. Özellikle Gazze’de Filistinli halk içinde sahip olduğu destek tabanını siyasal güce dönüştürme, güçlü bir muhalefet olma çabası içindedir.

Bu son eylem de bu anlamda önem taşımaktadır. Eylem, bir yandan Abbas liderliğindeki muhtemel yeni Filistin liderliğini zor bir konuma sokarken, HAMAS’a da sesini duyurma ve gücünü gösterme imkanı sağlamıştır. İsrail Savunma Bakanı Şaul Mofaz, saldırının ardından yaptığı açıklamada, Filistin güvenlik görevlilerini saldırıları önlemek için tedbir almamakla suçlamış, “terörist grupların dizginlenmemesi halinde, Filistin'de ocak ayında yapılması planlanan başkanlık seçimlerinin sekteye uğrayacağını” söylemiştir. Bu açıklamalar da, eylemin Abbas yönetimini ne kadar zor bir konuma soktuğunu göstermektedir. Dolayısıyla, Fetih içindeki yaşlı nesil, HAMAS’ı da kontrol edebilmek ve bu tür eylemlere fırsat vermemek için yeni yapılanmada bu örgütle anlaşma yolu arayacaktır.
HAMAS bu süreçte bir terör örgütü olduğu algılamasını kırmak için de bazı adımlar atmaktadır. Örgütün siyasi lideri Halit Meşal’in, ABD ve Avrupa Birliği’nin terör örgütleri listesinde yer almalarına rağmen, Washington ve Brüksel’in kendileriyle temasa geçtiğini açıklaması da bu bağlamda ele alınabilir. ABD ve AB tarafından yalanlanan bu açıklamanın doğruluğu belli olmasa da HAMAS’ın yeni rol ve etkinlik arayışını gösteren bir ifade olmuştur. HAMAS, bu ülkeler tarafından da sadece bir terör örgütü olmaktan öte, Filistin siyasetinde meşru bir güç merkezi olarak kabul edildiğini göstermeye çalışmıştır. HAMAS, bundan sonraki süreçte de yeni yapılanmada daha fazla söz sahibi olmasını sağlayacak girişimlerde bulunmaya devam edebilir.

Tuesday, November 30, 2004

Suriye İsrail’le Barış Görüşmelerine Oturmak İstiyor

BM Orta Doğu Elçisi Terje Roed-Larsen, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’la Şam’da gerçekleştirdiği görüşmenin ardından, Suriye’nin İsrail’le “koşulsuz” olarak barış görüşmelerine başlamak istediğini açıkladı. Bu, Suriye tarafından geçen yıldan beri yapılan beşinci teklif. İlk olarak Esad’ın geçen yıl The New York Times gazetesine verdiği röportajla gündeme gelen İsrail-Suriye barış süreci müzakerelerine yönelik girişimler şimdiye kadar sonuçsuz kaldı. Burada esasen İsrail’in bu konuda sergilediği “isteksizliğin” etkili olduğu söylenebilir. Suriye tarafından bu yöndeki talepler ne zaman gündeme getirilse İsrail, “teröre” verdiği desteği kesmesi yönünde Suriye’nin somut adımlar atması önkoşulu öne sürerek sorunu bir anlamda çözme yönündeki isteksizliğini dile getirmiştir.

İsrail’in en azından şimdiki dönemde Suriye’yle barış görüşmelerine oturmak istememesinin birkaç nedeni olabilir. İsrail yeni bir diplomatik cephe açmak istemektedir. İsrail için şu an en öncelikli konu Gazze’den tek taraflı çekilme planı. Bu plan İsrail’i içerde de zor bir konuma sokmuş ve radikallerin muhalefeti nedeniyle hükümetin geleceğini tehlikeye atmıştır. Gazze planı dışında, Arafat’ın ölümü sonrasında ortaya çıkacak yeni Filistin Yönetimi’ne ilişkin konular da İsrail için öncelik arz etmektedir. Dolayısıyla İsrail böyle bir dönemde Suriye’yle barış görüşmelerine oturmak istemeyebilir.

Suriye tarafına bakacak olursak, barış görüşmelerine oturma konusunda daha kararlı ve istekli oldukları söylenebilir. Bunda da uluslararası ortamda Suriye’nin maruz kaldığı baskı ortamı etkendir. Özellikle Lübnan’dan askerlerini çekmesi yönündeki baskıları azaltmak için böyle bir barış girişimini istiyor olabilir.Ayrıca İsrail’le barış görüşmelerine oturulması durumunda, ABD’nin bu ülke üzerindeki baskısının azalacağını ve ilişkilerinin daha sağlam bir zemine taşınmasını da ummaktadır. Dolayısıyla barış görüşmelerine oturmak esasen Suriye açısından önem taşımaktadır ve bu da bir yıl içinde yaptığı bu beşinci teklifi açıklamaktadır.

İsrail’in bu tekliflere somut bir yanıt vermeyerek kendisi açısından bazı fırsatları kaçırdığı söylenebilir. İsrail, Suriye’nin mevcut zor konumundan faydalanarak olası bir barıştan maksimum faydayı sağlama fırsatını kaçırıyor olabilir. Suriye’nin; gerek Irak ve “teröre destek” bağlamında ABD tarafından, gerekse Lübnan bağlamında uluslar arası topluluk tarafından baskı altında olduğu bu dönemde, barış görüşmelerine oturulması İsrail için uygun bir dönem olarak gözükmektedir.

Thursday, November 18, 2004

Mahmut Abbas Yeni Filistin Lideri Olabilir mi?

Filistin içinde Arafat’ın ölümü sonrası gerçekleşecek liderlik mücadelesinde İsrail ‘in uygulayacağı politikalar da diğer bazı etkenlerle beraber etkili olacaktır. Ilımlı olarak bilinen eski başbakan Mahmut Abbas’ın Filistin liderliğine getirilmesi, İsrail’in kendi çıkarları açısından daha rasyonel gözükmektedir.

Şiddetten çok diyalog yolunu tercih eden Abbas, Arafat sonrası dönemin en çok öne çıkan lider adaylarından biri durumunda. Abbas’ın liderliğe getirilmesinin İsrail’in çıkarına olduğu düşünülürse, İsrail bundan sonraki süreçte, Abbas’ı rahatlatacak ve Filistin içinde meşruiyetinin ve destek tabanının artmasını sağlayacak politikalar izleyebilir. Öncelikle Filistin’e yönelik askeri operasyonlara bir süre ara verebilir ve sivil halka zarar vermekten kaçınabilir. İsrail hapishanelerinde bulunan bazı Filistinli mahkumlar af kapsamında salıverilebilir. İsrail, Gazze’den tek taraflı çekilme planında da yeni Filistin Yönetimi’yle işbirliği yapabileceğini açıkladı. İsrail’in böyle bir işbirliğine girişmesi de Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) liderliğine getirilen Abbas’ın meşruiyetini artıracaktır. İsrail, açık bir biçimde Abbas’ı desteklemeyecektir zira böyle bir tutum Filistin halkı arasında Abbas’a olan güveni azaltacak ve “İsrail ajanı” şeklinde suçlamalarda bulunan kesimleri güçlendirecektir. Filistin’e ve sivil halka yönelik operasyonlar da radikal kesimi güçlendirirken Abbas’ı zayıflatacaktır.

Her ne kadar Abbas’ın başa geçmesi İsrail çıkarınaysa da bu süreçte önemli engeller bulunmaktadır. FKÖ lideri Abbas’ın, Yaser Arafat için kurulan taziye çadırını ziyareti sırasında açılan ateş sonucunda Abbas’ın iki koruması öldürülmüştür. FKÖ içinde Abbas’ın liderliğine karşı çıkan silahlı gruplar bulunmaktadır. Özellikle Fetih içindeki bazı silahlı gruplar, Abbas’ın liderliğine muhalefet etmektedir. Fetih içindeki radikal kesim olarak adlandırılabilecek bu gruplar Abbas’ın devlet başkanlığı önündeki en büyük engeldir. Abbas’a yönelik olarak düzenlenen saldırı da bu doğrultuda mesajlar içeren bir eylemdir. Abbas’a karşı gruplar, kontrolün ve gücün kendilerinde olduğu mesajını vermeye çalışmışlardır. Muhtemelen Abbas’ın liderliğini istemeyecek olan İran da bu süreçte Filistin içindeki etkinliğini kullanarak Abbas’ın olası devlet başkanlığını engellemeye çalışacaktır.

Wednesday, November 10, 2004

Arafat Sonrası Dönem

Filistin lideri Yaser Arafat da diğer birçok Arap lider gibi, yönetimde güç paylaşımını fazla kabullenmemiş ve bir anlamda Filistin hareketi içinde bir “ikinci adam”ın ortaya çıkmasını engellemiştir. Bu tür yapılanmalarda liderin ortadan kalkmasının çok daha derin etkileri olmakta, belirsizliği ve güç/iktidar mücadelesini gündeme getirmektedir. Bu nedenle, hastaneye kaldırılan Arafat’ın beyin ölümünün gerçekleştiği yönündeki haberler “Arafat sonrası dönem” tartışmalarını yoğun olarak gündeme getirmiştir.

Filistin yönetimi içindeki temel çelişki şiddeti savunan radikallerle, İsrail’le diyalogu ve barışı savunan kesim arasındadır. Dolayısıyla olası Arafat sonrası dönemde, yönetim içinde bu iki kesim arasında bir mücadelenin ortaya çıkması muhtemeldir. Şu anda Mahmut Abbas (Abu Mazen) ılımlı kesimin temsilcisi konumundadır ve Arafat sonrası dönemin en ciddi lider adayı olarak ifade edilmektedir. Abbas’ın ABD tarafından da desteklendiği bilinmektedir. Buna karşılık radikal Filistinli gruplar da Abbas’ın liderliğine şiddetle karşı çıkmakta ve Abbas karşıtı bir kampanya yürütmektedirler.

Kasım ayı başında Arafat’ın Paris’te bulunduğu süreçte Tel Aviv’de gerçekleştirilen intihar saldırısını da bu çerçevede değerlendirebiliriz. Radikal bir Filistinli grup tarafından üstlenilen eylem esasen Abbas’ın liderliğine yönelik olarak verilmiş bir mesajdı. Radikal gruplar bu eylemlerle, ılımlı kanadın politikalarına karşı olduklarını göstermişlerdir. Arafat her ne kadar İsrail tarafından şiddeti kontrol etmemekle suçlansa da yine de radikal grupları kontrol etme kapasitesine sahip belki de tek kişi. Arafat’ın yokluğu radikal kesimlerin daha irrasyonel davranmalarına yol açabilir. Oluşan güç boşluğunu doldurmak, yeni süreçte ön plana çıkmak gibi hedefleri olan bu grupların, İsrail’e yönelik şiddet eylemlerine girişebilirler ki bu da önümüzdeki dönemde intihar eylemlerinde bir artışın meydana gelmesine neden olabilir. Arafat’ın İsrail istihbaratı tarafından zehirlendiği yönündeki haberler de radikal kesimi güçlendiren ve Filistin halkı içindeki desteklerinin artmasına, İsrail karşıtı duyguların beslenmesine neden olan iddialardır.

Arafat’ın yokluğu Filistin toplumu içinde güç dengelerinin İslamcılar lehine dönmesine de neden olabilir. Arafat’ın olası ölümü sonrasında Fetih grubu güç kaybederken özellikle Hamas’ın güç kazanması gerçekleşebilir. Hamas zaten güçlü olduğu ve yoğun bir halk desteğine sahip olduğu Gazze’de uzun vadede gücü tamamen eline alabilir. Ancak bu da İsrail’in zaten bu yılın başından beri zayıflatmaya çalıştığı Hamas örgütüne yönelik operasyonlarına hız vermesine neden olabilir.

Özellikle İsrail askeri istihbaratı tarafından gündeme getirilen bir diğer olasılık, her ne kadar zayıf bir ihtimal de olsa , Filistinli gruplar arasındaki çatışmanın çözümlenemeyerek bir iç savaşa dönüşmesidir. Bütün Arafat sonrası döneme yönelik bu senaryoların olasılıkları tartışmalı olsa da bir belirsizlik sürecinin ve mücadelenin ortaya çıkacağını kesindir.

Wednesday, October 27, 2004

İsrail Parlamentosunda Tarihi Oylama

İsrail parlamentosu (Knesset), Başbakan Ariel Şaron’un tek taraflı Gazze’den çekilme planını onayladı. Knesset, İsrail’in 1967 yılında işgal ettiği ve Filistinlilerin devlet kurma iddiasında bulundukları topraklardan ilk kez geri çekiliyor. Dolayısıyla Knesset’in Şaron’un planını yani Gazze’deki tüm ve Batı Şeria’daki dört Yahudi yerleşim biriminin boşaltılmasına onay vermesi tarihi nitelik taşıyor. Planın diğer bir ilginç boyutu da planın, Yahudi yerleşimci politikasının fikir babalarından Ariel Şaron’a ait olması ve Yahudi yerleşimcilerle Şaron’u karşı karşıya getirmiş olması.

Ariel Şaron tarafından sunulan “Gazze Planı”, Knesset’te iki gün süren yoğun tartışmaların ardından 120 üyeli parlamentodan 67 kabul oyunun çıkmasıyla beraber kabul edilmiş oldu. Verilen 45 ret oyu içinde Şaron’un kendi partisinin içinden 17 kişinin bulunması hem dikkat çekici hem de mevcut hükümetin geleceği açısından soru işaretleri doğuran bir durum. Bizzat kabinenin içinde olan ve aralarında parti içinde Şaron’un en büyük rakibi olarak gösterilen Netanyahu’nun da bulunduğu birkaç bakan planın referanduma götürülmesi teklifinde bulunmuş aksi takdirde kendisiyle beraber üç bakanın daha istifa edeceği tehdidinde bulunmuştu. Şaron tüm bu baskılara rağmen Knesset de oylamaya gitti ve İşçi Partisi’nin de desteğiyle planın onaylanmasını sağladı. Böylece Şaron planın uygulanması konusunda önemli bir güç kazanmış oldu.

Şaron ve onu destekleyenler, planın Knesset’te onaylanmasıyla beraber artık geri adım atmanın imkansız olduğunu ve geri çekilme sürecinin işleyeceğini düşünüyorlar. Gerçekten de planın onaylanmasıyla süreç yasal bir zemine oturtulmuş oldu ancak uygulanma sürecini ortadan kaldırabilecek tek gelişme radikal Yahudilerin olası şiddet eylemlerine başvurmaları olarak gözüküyor. Oslo sürecinin mimarı, dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin, 1995 yılında radikal Yahudi Yigal Amir tarafından düzenlenen bir suikast sonucu öldürülmüştü. Gazze Planı’nın da uygulanmasına en ciddi muhalefet gösterenler de Gazze’de yaşayan ve çoğunluğunu radikal dinci Yahudilerin oluşturduğu yerleşimciler. Rabin deneyimi ve radikallerin sert muhalefeti, İsrail’de Şaron’a yönelik bir eylem olasılığını gündeme taşıdı ve bu doğrultuda Şaron’un çevresindeki güvenlik önlemleri artırılmaya başlanmıştır. Savunma Bakanı Şaul Mofaz’ın “İsrail demokrasisine yönelmiş yeni bir dolu silah olup olmadığını bilmiyoruz” şeklindeki sözleri de bu tartışmaların ne kadar ciddi boyutta olduğunu göstermektedir.

Gazze Planı’nın onaylanması öncelikle İsrail iç politikası açısından sonuçlar doğurmuştur. Planla beraber Şaron’un koalisyon hükümeti zayıflamıştır. Bu doğrultuda Şaron’un önümüzdeki günlerde kabinede değişikliklere gitmesi beklenebilir. Bunun dışında İsrail Gazze’de Yahudi yerleşimcilere yönelik olası saldırıları önlemek ve güvenliği sağlamak için halen de devam eden operasyonlarına hız verebilir. Ayrıca güvenliğin sağlanması konusunda işbirliği yapmak istediği Mısır’ın daha aktif katılımı yönünde baskısını bu ülke üzerinde artırabilir. Gazze Planı konusunda, “Yol Haritası’nın hazırlayıcısı “Dörtlü”nün ve özellikle de ABD’nin desteğini alan İsrail üzerindeki uluslar arası baskılar azalacaktır. Bunun yanında Gazze’den çekilirken Batı Şeria’da elini daha güçlendirmek için fırsat doğacaktır.

Monday, October 25, 2004

Suriye’nin Lübnan’daki Varlığı Sona mı Eriyor?

Oytun Orhan*


Irak Savaşı, Orta Doğu’da yeni bir sürecin başlangıcı olmuştur. Savaş sonrası süreçte tüm bölgesel ilişkiler, ülkelerin güvenlik algılamaları etkilenmiş ve yeniden sorgulanmaya başlamıştır. Bu doğrultuda yeni bir ilişkiler ağı ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu süreçte gündeme gelen ve yeniden sorgulanmaya başlanan önemli bir konu da Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığı ve siyasi-ekonomik etkinliği olmuştur. Suriye’nin Lübnan’daki varlığının önemi özellikle İsrail’in güvenliği bağlamında şekillenmektedir. Suriye açısından ise stratejik, siyasal, askeri ve ekonomik anlamda büyük önem taşıyan Lübnan’daki varlığı en azından İsrail’le bir barış sağlanmadan, vazgeçilmesi mümkün gözükmeyen bir olgu olarak gözükmektedir.

Bu çalışmada, Irak Savaşı sonrası gittikçe artan ve en son Birleşmiş Milletler’in, Suriye’nin adını vermemekle birlikte “yabancı güçlerin” Lübnan’dan çekilmesini öngören kararıyla çok daha ciddi şekilde gündeme gelen, Suriye’nin Lübnan’dan askerlerini çekmesi ve politik-ekonomik etkinliğine son verip vermeyeceği olasılıkları tartışılacaktır. Bunun için, öncelikle Lübnan’ın Suriye için önemi ve Suriye’nin Lübnan’da şu anda sahip olduğu varlığın ve tam etkinliğin geçmişine bakılacaktır. Bugünkü tartışmaları anlamak açısından gerekli olan bu tarihsel arka plandan sonra Irak Savaşı’yla beraber ortaya çıkan tartışmalar ve gelişmeler anlatılarak sonuç kısmında Suriye’nin Lübnan’daki varlığının geleceği tartışılacaktır.

Lübnan’ın Suriye İçin Önemi ve İlk Dönem Suriye-Lübnan İlişkileri

Suriye’nin “Büyük Suriye”[1] stratejisi içinde Lübnan önemli bir yer tutmaktadır. İki ülkenin kuruluşlarını takiben Suriyeli yöneticilerinin düşüncesinde bölgenin politik ve askeri açıdan nispeten güçsüz konumda olan ülkesi Lübnan kontrol altına alınmaz ve Suriye’nin bölgesel stratejik çıkarlarına hizmet etmesi sağlanmazsa özellikle İsrail tarafından rahatlıkla etki altına alınabilecek bir ülke olarak görülmüştür. Lübnan en çok İsrail’e karşı yürütülen askeri stratejik mücadele anlamında büyük önem taşımıştır. Beka Vadisi, İsrail ordusu açısından Şam’a ve merkez Suriye’ye ulaşmak açısından koridor konumundadır. Bunun dışında Güney Lübnan’dan İsrail’in kuzeyine gerçekleştirilen saldırılar açısından da stratejik bir konumdadır.[2]

Suriye’nin Lübnan üzerindeki çıkarları iki ülkenin bağımsızlıklarını kazanmalarına kadar uzanmaktadır. Osmanlı idaresi boyunca Lübnan Suriye’nin coğrafi devamı olarak kabul edilmiştir. İki ülkenin bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından Suriye’nin bu ülkeyle diplomatik ilişki kurmayı reddetmesinin arkasında Suriye’nin Lübnan’ı kendi parçası olarak kabul etmesi düşüncesi yatmaktaydı.[3] İlk kuruluşlarından bu yana Suriye, Lübnan’ı her zaman için Fransa tarafından yapay bir şekilde koparılmış kendi batı kısmı olarak kabul etmiştir. Fransızlar Suriye ve Lübnan adıyla iki farklı devlet kursalar da bu iki devlet arasında birleşik bir ekonomi ve siyasi politika takip etmişler bu da Suriyeli yöneticilerin Lübnan’ı bağımsız ve egemen bir devlet olarak kabullenmesini zorlaştırmıştır.[4]

Suriye’nin Lübnan’a Müdahalesine Giden Süreç ve Lübnan’da İç Savaş

Bağımsızlık sonrası dönemde iki ülke arasında nispeten bir eşitlik söz konusu olsa da Suriye’nin biraz daha avantajlı olduğu söylenebilir. Ancak zamanla Suriye kendi iç istikrarsızlığı nedeniyle 1970’lere kadar Lübnan’dan uzaklaşmak durumunda kalmıştır.[5] Hafız Esad iktidarıyla beraber Suriye’nin istikrara kavuşmasına paralel olarak Lübnan’da devletin çökmesi Suriye’yi Lübnan’a yönlendirmiş, Lübnan’ın Suriye muhalif unsurları için barınma yerine dönüşmesi bu ülkede Suriye’yi daha etkin olma düşüncesine ve politikasına itmiştir. Özellikle Suriye’nin güvenlik algılamasında İsrail’in ön plana çıkması, bu ülkeye karşı stratejik derinlik sağlayan Lübnan’ın önemini gittikçe artırmış ve Suriye’nin Lübnan’a müdahalesine giden süreci başlatmıştır.[6]

Suriye’nin müdahalesine fırsat sağlayan olay 1975 yılı Nisan ayında Lübnan’da ortaya çıkan iç savaş olmuştur. Lübnan’da iç savaş öncesi, savaş sırası ve sonrası süreçte birçok ülke içi, yabancı devlet ve devlet dışı aktörler rol oynamıştır. Lübnan iç savaşı; iç siyasal, ekonomik ve sosyal çelişkilerin bir sonucundan çok bölgesel, özellikle de Filistin sorunu ve uluslar arası çatışmaların kaçınılmaz ürünü olarak ortaya çıkmıştır.[7]

Filistin sorunu ve 1970 sonrası dönemde Lübnan’a geçen FKÖ yapılanması ve Filistinli mülteciler Lübnan’da iç savaşın çıkışında diğer bölgesel ve uluslar arası etkenlerin yanında önemli rol oynamıştır. 1948 Arap-İsrail Savaşı sırasında 100.000 Filistinli Lübnan’a geçmiş ve 1970 yılında “Kara Eylül” olarak bilinen olayların ardından FKÖ ve Filistinlilerin Ürdün’den çıkarılması sonrasında Lübnan’a geçenlerle birlikte sayıları 300.000’e ulaşmıştır.[8] FKÖ bu dönemde Ürdün’den Lübnan’a Suriye üzerinden geçmiştir. Lübnan’la İsrail’in sınır ülkesi olması, Lübnanlı Müslüman nüfus arasında artan pan-Arabizm ve Lübnan devletinin zayıflığı Lübnan’ı FKÖ için en uygun ülke kılmıştır.[9]

1970’lerin başında Ürdün’de FKÖ’nün varlığına son verilmesi ve tüm üsleriyle beraber merkez bürosunun Lübnan’a taşınmasının ardından Suriye, FKÖ’ye yoğun askeri ve diplomatik destek sağlamıştır. Suriye’nin bu desteğiyle FKÖ Lübnan’da zayıf Lübnan hükümetine karşı potansiyel tehlike oluşturmaya başlamış ve bu da 1975 yılında çıkan iç savaşın ortaya çıkışında önemli bir etken olmuştur. Bu dönemde ülkede ekonomik çıkar kaygıları ve güç paylaşımından çıkan sorunlar ülke politikasında iki kutup doğurmuştur. Müslüman kamp mevcut durumu değiştirmek ve siyasi güç kazanmak isterken Lübnan’ı da pan-Arabizm çizgisine çekmek istiyordu. Buna karşılık Hristiyan kesim statükoyu ve kendi avantajlı konumlarını korumaya çalışırken Lübnan’ı da Arap-İsrail çatışmasından uzak tutmaya çalışıyordu. Lübnan içinde sahip olduğu askeri güç nedeniyle önemli bir faktör konumuna yükselen FKÖ de Müslüman kampı destekliyordu.[10]

Suriye’nin Lübnan’daki etkinliği 1975 yılına kadar artarak devam etmiştir. Bu dönemde Lübnan’da Müslüman-solcu kesimler de güçlenmeye başlamıştır. Dürzi lider Kemal Canpolat liderliğinde “Lübnan Ulusal Hareketi” adı altında örgütlenen bu muhalif kesimler gittikçe radikalleşerek ve güçlenerek Hristiyan Lübnan rejimine karşı tehdit oluşturmaya başlamışlardır. Hristiyan Maruni gruplar özellikle de Falanjistler bu kesimlere karşı açık silahlı mücadeleye eğilimli bir duruma gelmişlerdir. Bu gelişmeleri takiben 13 Nisan 1975 tarihinde Falanjist askerlerle Suriye yanlısı Filistinli komandolar arasında çıkan bir çatışma genişleyerek, Lübnan’ın çeşitli bölgelerinde Maruni askerlerle Filistinli grupların desteğini alan radikal Müslümanlar arasında silahlı çatışmalara dönüşmüş ve böylece Lübnan’da iç savaş başlamıştır.[11] Suriye’nin savaşa ilk müdahalesi dolaylı askeri müdahale şeklinde gerçekleşmiş ve Ocak 1976’da kendi kontrolündeki “Filistin Özgürlük Ordusu”nu Lübnanlı-Filistinli radikal grupları koruması için göndermiştir. Suriye, FKÖ destekli sol gruplara destek olmak amacıyla iç savaşa önce dolaylı olarak müdahale etmekle birlikte, Aralık 1975 tarihiyle beraber Hristiyan kesimle de ilişki kurup yakınlaşmaya başlamıştır. Burada Suriye’nin ulaşmak istediği iki hedef bulunuyordu; FKÖ’nün artan gücünü kontrol altına almak, savaşan kesimler arasında arabuluculuk rolü üstlenerek ülkedeki varlığını meşrulaştırmak.[12] Bu sırada FKÖ’nün önemli rol oynadığı Lübnan ordusunun parçalanması gerçekleşmiştir. Şam’a göre bu kendi çıkarlarına ve Lübnan’daki varlığına karşı tehlike oluşturan bir olaydı. Böylece FKÖ’nün askeri olarak güç kazanmasıyla beraber Suriye askeri müdahalesini artırdı ve Hristiyan kesimle daha yakın ilişkiye girdi. Irak ve Mısır’ın da desteğini alan FKÖ Esad rejimine karşı ciddi bir tehdit oluşturmaya başladı.[13] Kemal Canpolat liderliğinde gittikçe güçlenen Müslüman Lübnanlı-FKÖ ekseni Hafız Esad’ı rahatsız etmeye başlamıştır. Bu güçlü yönetimin Lübnan’ı Şam etkisinden uzaklaştıracağını düşünen Suriye zayıf Hristiyan Lübnan hükümetinin kendi çıkarlarına daha iyi hizmet edeceğini düşünerek bu sefer Hristiyanları desteklemeye başlamıştır. Suriye ilk dolaylı askeri müdahalenin ardından 1 Haziran 1976 yılında Lübnanlı-Filistinli radikal gruplara karşı savaşması için silahlı birlikleri ve komandoları ilk kez Lübnan’a yollamıştır. Başlangıçta FKÖ, Suriye’ye karşı bazı başarılar sağlasa da Ekim 1976’da Lübnanlı-FKÖ ittifakı yenilgiye uğratılmış ve Suriye Lübnan’ın büyük bölümünde kontrolü ele geçirmiştir. 1977 yılı başında Kemal Canpolat bir suikast sonucu öldürülmüş ve Suriye karşıtı ittifak tamamen dağıtılmıştır.[14] Suriye’nin Lübnan’a müdahale ederek FKÖ’ye karşı savaşması ve Hristiyan kampı desteklemesinin ardında yatan bir diğer önemli neden de İsrail faktörüydü. Lübnan’da FKÖ’nün ve sol kesimlerin zaferi İsrail’in bu ülkeye müdahalesine fırsat yaratacaktı. İsrail hiçbir şekilde kendi sınırlarında radikal Filistinlilerin yoğun ve etkin olduğu bir ülkeye izin vermezdi. Böyle bir durum Lübnan’da Marunilerin kendi devletlerini kurmalarına neden olabilirdi. Bu durumu analiz eden Hafız Esad, FKÖ’nün Lübnan’da daha da fazla güçlenmesini istememiş ve Hristiyan kesimin yenilgisini önlemek amacıyla Lübnan’a direk askeri müdahale kararı almıştır.[15]

Suriye Lübnan’a askeri müdahalede bulunmadan önce ABD’nin onayını aramış ve İsrail’in de müdahalede bulunmayacağı yönünde garanti almak istemiştir. O dönemde gerek ABD gerekse İsrail, Suriye’nin müdahalesine karşı çıkmıştır. Ancak ABD’de Ford yönetimi zamanla politikasını değiştirmeye ve Lübnan’a Suriye müdahalesini desteklemeye başlamıştır. Bunda birkaç etken rol oynamıştır. Öncelikle Lübnan’daki iç savaşı sona erdirebilecek tek gücün Suriye olduğuna inanmaya başlamışlardır. Bunun yanında ABD öncülüğünde bir Arap-İsrail barış sürecinin başlatılarak bölgede Sovyet etkisinin azaltılabileceği düşüncesi de etkili olmuştur. İsrail açısından ise birçok kaygı verici etken olsa da müdahalenin Suriye askeri birliklerinin Golan Tepeleri’nden buraya kaydırılmasına ve kendi baş düşmanı konumundaki FKÖ’yle mücadele etmesine neden olacağı için müdahaleye sıcak bakmıştır.[16]

Bu koşullar altında ABD arabuluculuğunda Rabin ve Esad arasında Mayıs 1976’da gizli bir uzlaşma sağlanmıştır. “Kırmızı Çizgi” antlaşması olarak geçen bu uzlaşmayla İsrail, Suriye’nin müdahalesine göz yummuştur. Antlaşmada Suriye’nin belirli bölgelere girmemesi ve radikal unsurların pasifize edilmesi sonrasında ülkeden geri çekilmeyi garanti etmesi gibi konular yer almaktaydı.[17] Kasım 1976’da Riyad ve Kahire’de Arap liderlerinin katıldığı iki toplantı gerçekleştirilmiş ve buralarda imzalanan antlaşmalar sonucunda, zaten Lübnan’da bulunan Suriyeli birliklerin çoğunluğunu oluşturduğu “Arap Caydırıcı Gücü” oluşturulmuştur. Böylece Suriye müdahalesine meşruluk kazandırılmıştır.[18]

Suriye, Lübnan’da iç savaşın sona erdirilmesinin ardından da bu ülkeden çekilmemiş ve bu sefer FKÖ ve Lübnanlı sol gruplarla ittifak içine girmeye başlamıştır. Bu dönemde İsrail’de kurulan yeni Likud hükümeti de Lübnanlı Hristiyanları desteklemeye başlamıştır. Yeni Başbakan Menahem Begin, “Müslüman düşmana” karşı Hristiyanların desteklenmesi ve Suriye karşıtı kesimin lideri Beşir Cemayel liderliğinde bir hükümetin kurulması gerektiğini düşünüyordu.[19]

Bu arada “Kırmızı Çizgi” antlaşmasından dolayı Suriye’nin Güney Lübnan’a girememesi nedeniyle bu bölge Filistinli radikal gruplar için bir sığınak haline gelmişti. FKÖ buradan Kuzey İsrail’e yönelik operasyonlar gerçekleştiriyordu. İsrail bunlara karşılık olarak 1978 yılı başında Güney Lübnan’a ve buradaki FKÖ askeri yapılanmasına karşı operasyon düzenledi. Böylece Suriye ve İsrail arasındaki uzlaşma her iki taraftan da ihlal edilmiş oluyordu. İsrail, Mısır’la yürütülen barış görüşmelerini riske etmemek ve hem de İsrail’in müdahalesine muhalefet eden ABD yönetimiyle karşı karşıya gelmemek için Lübnan’a müdahaleden geri duruyordu. Ancak 1981 yılında ABD’de iktidara gelen Reagen yönetimi ile birlikte ABD’nin bu konudaki politikası da değişmeye başladı. Sovyetlerin bölgedeki müttefikleri olarak düşünülen Suriye ve FKÖ’ye karşı harekete geçen ABD, Suriye’nin Lübnan’daki istikrarı sağlama işlevinin artık sona erdiğini ve askerlerini bu ülkeden geri çekmesi gerektiği düşüncesini işlemeye başlamıştır.[20] Bu politika değişikliği İsrail’in 1982 yılında gerçekleştirdiği Lübnan işgali sürecini başlatmıştır.

İsrail’in Güney Lübnan’a müdahalesine fırsat sağlayan gelişme İsrail’in Londra Büyükelçisi’ne Filistinli bir eylemci tarafından düzenlenen suikast girişimi olmuştur. Önce 4 Haziran’da Güney Lübnan ve Batı Beyrut bombalanmış ve 6 Haziran 1982 tarihinde Lübnan Savaşı başlamıştır. İsrail’in 1982 işgali, 1973 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra Suriye ve İsrail ordularını ilk kez karşı karşıya getirmiş ve Suriye hava kuvvetlerinin büyük bölümünün birkaç gün içinde yok edilmesine neden olmuştur. Bunun yanında Suriye’nin Lübnan’daki en temel düşmanlarından Beşir Cemayel’in devlet başkanlığına seçilmesine neden olmuştur.[21] Bu savaşta İsrail’in resmi amacı Güney Lübnan’daki tüm FKÖ altyapısını dağıtmaktı. Ancak açıkça belirtilmemekle birlikte İsrail’in bunun da ötesinde Lübnan’da İsrail yanlısı bir hükümeti başa geçirmek ve tüm Suriye kuvvetlerini bu ülkeden çıkarmak gibi hedefleri de bulunuyordu. Savaş öncesinde İsrail, Suriye’yle sıcak çatışmaya girmek istemediğini ve karşı taraftan bir saldırı gelmediği takdirde Suriyeli askerlere hiçbir şey yapılmayacağı garantisini verse de savaş sırasında Suriye’yi ilk ateşi açması yönünde provoke etmiştir. Böylece İsrail ve Suriye kuvvetleri arasında da çatışmalar başlamış ve bu süreç Ağustos ayında İsrail’in zaferi, Suriye ve FKÖ’nün yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Lübnan’da da Beşir Cemayel liderliğinde İsrail yanlısı bir hükümet kurulmuştur.[22]

Savaş sonrasındaki süreç ise tamamen Suriye lehine dönmeye başlamıştır. Lübnan’da gerilla savaşı aracılığıyla yürütülen mücadele sonunda ülke yavaş yavaş yeniden Suriye kontrolüne girmeye başlamıştır. Önce Beşir Cemayel, düzenlenen bir suikast sonucu öldürülmüştür. Bu eyleme karşılık İsrail, Batı Beyrut’u işgal etmiştir. Bunun yanında İsrail askeri şemsiyesi altındaki Maruni Lübnanlı güçler, Sabra ve Şatila’da bulunan Filistinli mülteci kamplarına girerek burada birçok sivili öldürmüşlerdir. Bu iki olay hem İsrail’in kendi, hem de dünya kamuoyunda ciddi tepkiyle karşılanmış ve bunun sonucunda İsrail Batı Beyrut’tan çekilmek zorunda kalmıştır. Beşir suikastının ardından gerçekleşen bu geri çekilmeyle beraber İsrail’in Lübnan’daki konumu zayıflamıştır. Bundan sonraki süreçte Suriye; Dürziler, Filistinliler ve bazı Lübnanlı grupları destekleyerek İsrail, ABD ve Fransız birimlerine yönelik operasyonlar gerçekleşmesini sağlamıştır. Özellikle İran destekli Hizbullah örgütü bu ülkelere yönelik büyük eylemler gerçekleştirmiştir. Bu eylemler sonucunda 1984’lerin başında ABD birliklerinin Lübnan’dan çekilmesi bu ülkede herhangi bir aktif ABD etkisinin de sonu anlamına geliyordu. Bu gelişme ülkede güç dengelerinin Suriye ve müttefikleri lehine değişmesine neden olmuştur.[23] Bu süreç Suriye’nin Lübnan’da tam etkinliğini sağlaması ile sonuçlanmıştır. Bundan sonra da Suriye, Hizbullah ve Emel örgütleri aracılığı ile Güney Lübnan’da İsrail ile mücadeleye girişmiş ve bu bölgeden çekilmeye zorlamıştır. Bunun yanında ülke içinde askeri birliklerini ve füze bataryalarını stratejik noktalara yerleştirerek, suikast düzenleme ve politik araçları da kullanarak ülkede tam kontrolü ele geçirmiş ve en sonunda da 1989 Taif Antlaşmasıyla beraber Lübnan’daki varlığını yasal bir zemine oturtmuştur.[24]

SSCB’nin yıkılmasıyla en önemli uluslar arası politik-askeri desteğini kaybetmesi ve ardından gelişen Irak’ın Kuveyt işgali Suriye’yi zor bir konuma sokarken diğer taraftan da yeni fırsatların doğmasına neden olmuştur. Suriye, Irak’ın Kuveyt’i işgalinden doğan diplomatik fırsatları kullanma konusunda çok istekli davranmış ve ABD ile ilişkilerini geliştirme yollarını aramıştır. Bu çerçevede ABD öncülüğünde, Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak için oluşturulan çok uluslu güce asker göndermiştir. Bu, ABD yanlısı duruşunun ödülü olarak da uluslar arası baskı görmeksizin Lübnan’daki varlığını pekiştirme fırsatı yakalamıştır. Genel inanç, Suriye’nin desteği karşılığında ABD’nin Suriye’ye Lübnan üzerinde tam hakimiyet kurma izni verdiği ve İsrail’e de müdahale etmemesi için baskı yaptığı yönündedir. Bu onayın ardından Lübnan’daki Suriye karşıtlığının lideri konumundaki General Aoun’un başkanlık sarayına askeri operasyon düzenlemiş, operasyonlarda, “Kırmızı Çizgi” antlaşmasına aykırı olarak hava kuvvetlerinin kullanılmış olmasına İsrail sesini çıkarmamıştır.[25] Bu operasyonlar sonrasında 1991 yılıyla beraber Lübnan’daki tüm Suriye karşıtı grupların varlığına ya da etkinliğine son verilmiş, 1990’lar boyunca imzalanan birçok antlaşmayla Suriye Lübnan’ı politik, askeri, ekonomik anlamda tamamen kendisine bağlamıştır.

İsrail’in Güney Lübnan’dan Çekilmesi

Kuveyt işgali sonrası kendisine tanınan serbesti ve 1990’lar boyunca iki ülke arasında imzalanan antlaşmalarla pekişen Lübnan’daki Suriye varlığının dönüm noktası, İsrail’in işgal altında tuttuğu Güney Lübnan’dan 2000 yılında çekilmesi olmuştur. İsrail’in Güney Lübnan’dan çekilmesi, Suriye’nin Lübnan’daki varlığının sorgulanmasına, Suriye’nin bu ülkedeki askeri varlığına ve politik etkinliğine son vermesi için hem uluslar arası, hem de iç baskıların artması sürecini başlatmıştır. Özellikle ABD, İsrail ve Lübnan içinde Suriye’nin varlığına muhalefet eden kesimler baskı uygulamaya ve seslerini yükseltmeye başlamışlardır. Bu da belki de, Suriye’nin Lübnan’daki varlığına son verebilecek olan süreci başlatan olay olmuştur. Bu baskı ortamı içinde Suriye, 2001 ve 2002 yılları içinde iki kez askeri birliklerin yeniden konuşlandırılması kapsamında birliklerini Beyrut ve Lübnan Dağı bölgesinden çekmiştir.[26] Bu yeniden konuşlandırmalar sonrasında 2000 yılına kadar 35.000 civarında olan Suriyeli asker sayısı Irak Savaşı öncesinde yaklaşık 20.000’e kadar gerilemiştir.

Bu dönemde ABD’nin uyguladığı baskıyı gösteren ilk somut belge genel olarak İsrail yanlısı senatörler tarafından hazırlanıp ABD kongresine yasa tasarısı şeklinde sunulan “Suriye Sorumluluk ve Lübnan Bağımsızlık Yasası” (Syria Accountability and Lebanese Sovereignty Restoration Act) olmuştur. Irak Savaşı öncesinde gündeme gelen bu yasa tasarısı ilk haliyle Suriye’nin; teröre verdiği desteği kesmesini, BM yaptırımlarına aykırı olarak Irak’tan petrol ithal etmemesini, kitle imha silahları üretmemesini ve esas Lübnan için önem arz eden konu olarak da Lübnan’dan tüm askeri varlığını çekmesini ve bu ülkenin bağımsızlığına saygı göstermesini içermekteydi. Yine yasa tasarısına göre, bu koşulların yerine getirilmemesi durumunda Suriye’ye bir dizi ekonomik ve diplomatik yaptırımların uygulanması öngörülmekteydi.[27] Yasa tasarısının ABD Kongre’sine sunulmasını takiben etkileri de Lübnan’da ve Suriye’de iki ülke ilişkileriyle bağlantılı olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Lübnan’daki Suriye varlığına muhalefet eden kesimi oluşturan Lübnanlı Hıristiyanlar, konunun gündeme gelmesiyle, yasa tasarısını desteklemeye ve Suriye’nin ülkedeki varlığını sorgulamaya başlamışlardır. Suriye varlığı karşıtı grupların, tasarının çıkışını destekler yöndeki çıkışlarına karşılık Suriye, o dönemde Devlet Başkanı Yardımcısı Abdülhalim Haddam aracılığıyla karşılık vermiştir. Haddam “Lübnan’da bazı grupların yanlış tarafa oynadıklarını ancak bu grupların geçmişte olduğu gibi yenileceklerini söylemiştir”. Bu dönemde, Suriye resmi basını da yasaya karşı saldırıya geçmiştir.

Bu gelişmelere karşılık o dönemde Bush yönetimi yasa tasarısının Kongreden geçmesine soğuk bakmakta ve istememekteydi. Bu düşünce ise, Irak’a düzenlenmesi planlanan askeri harekat çerçevesinde şekilleniyordu. ABD, operasyon öncesinde Suriye’nin desteğine ya da en azından pasif muhalefetine ihtiyaç duymaktaydı. Bu nedenle Suriye ile ilişkileri tam anlamıyla koparmadan üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanmak amacıyla bu yasa tasarısının yasalaşmasına soğuk bakıyordu. Bu nedenle Irak operasyonu öncesinde Suriye’ye Lübnan konusunda baskı uygulanmış ancak Lübnan’daki konumunu operasyon sonrasına kadar değiştirecek bir gelişme yaşanmamıştır. Ancak Irak operasyonu sonrasında o dönemde sadece baskı olarak hissettiği Lübnan’dan çekilme konusunda daha ciddi taleplerle karşılaşmaya ve iki ülke ilişkilerini etkileyebilecek ciddi gelişmeler yaşanmaya başlamıştır. ABD’nin Irak’a girmesi Suriye üzerindeki baskıyı çok daha fazla artırmış, zaten ABD’yle sorunlu ilişkilere sahip olan Suriye’de kendisinin de Irak’tan sonra hedef olabileceği düşüncesi ortaya çıkmaya başlamıştır.[28] ABD’nin bölgeye gelmesi Suriye’yi rahatsız ederken diğer taraftan da İsrail’in bölgede daha da güçlenerek daha saldırgan politikalar izlemesine ve dolayısıyla Suriye üzerindeki baskıyı artırmasına neden olmuştur. Bu da zaten 2000 yılından bu yana Suriye’nin Lübnan’daki varlığının sorgulandığı bir ortamda Suriye’nin çok daha fazla baskı altında kalmasına neden olmuş ve yine baskıyı azaltmak doğrultusunda bazı adımlar atılmıştır. Hemen Irak Savaşı öncesinde gerçekleştirilen yeniden konuşlandırmayla 20.000 civarında olan asker sayısı 16.000’lere kadar gerilemiştir.[29]

2003 yılı başındaki bu hareketi takiben yine aynı yılın Temmuz ayı içinde Suriye Lübnan’daki birliklerinin bir kısmını daha geri çekmeye başlamıştır. İki ülke arasında imzalanan “yeniden konuşlandırma anlaşması” kapsamında Suriye, Beyrut’un güneydoğu bölgesindeki 10 noktada ve Kuzey Lübnan’daki bazı noktalarda bulunan askerlerini geri çekerek bu bölgeleri boşaltmıştır. Haldeh, Aramun, Dovhat Aramun bölgelerindeki noktalarda bulunan Suriye birlikleri Lübnan-Suriye sınırına doğru giderek burada farklı noktalara konuşlanmış, Kuzey Lübnan’da yerlerini boşaltan birliklerse Suriye’ye dönmüştür. Bu yeniden konuşlanma kapsamında yaklaşık 1000 kadar Suriye askeri daha Lübnan’ı terk etmiştir.[30] Suriye, ABD ve Batı’yı memnun eden bu adımlarıyla gerginliğin yükseldiği dönemde Lübnan’daki varlığına ve etkinliğine son vermeye (bazı şartlar gerçekleştiği takdirde) hazır olduğu mesajını vermeye çalışıyordu.

Irak Savaşı ve Suriye’nin Lübnan’daki Varlığı

Irak Savaşı sonrası süreçte Suriye, ABD ve İsrail tarafından çok daha ciddi bir şekilde baskı altına alınmaya başlamıştır. Teröre verilen desteğin kesilmesi, Irak’ta ABD’ye karşı savaşan direnişçilere destek verme, siyasal ve ekonomik yapılanmasına ilişkin reform baskıları yanında Lübnan’daki varlığı da çok ciddi biçimde sorgulanmaya başlamıştır. Bu doğrultudaki en somut gelişme Irak Savaşı öncesi yasa tasarısı olarak sunulan Suriye Sorumluluk ve Lübnan Bağımsızlık Yasası’nın önce Kongre’den geçmesi ve bunu takiben Başkan Bush’un da onaylamasıyla yasalaşması olmuştur. Böylece diğer birçok konunun yanında Lübnan’daki varlığına son vermemesi durumunda Suriye’ye çeşitli ekonomik, diplomatik yaptırımların uygulanmasının önü açılmıştır.

Son dönemlerde Suriye’nin Lübnan’daki varlığının yoğun biçimde gündeme gelmesine neden olan olaysa Lübnan’da gerçekleşen devlet başkanlığı seçimleri olmuştur. Lübnan devlet başkanlığı seçimleri sürecinde yaşananlar Suriye’yi Lübnan politikası konusunda çok daha zor bir konuma sokmuş ve baskının büyük oranda artmasına neden olmuştur.

Lübnan Anayasası’na göre, Suriye yanlısı Devlet Başkanı Emil Lahud’un bir dönem daha bu görevi yürütme hakkı bulunmamaktaydı. Buna karşılık Suriye, Lahud’un bir dönem daha bu görevi yürütmesini istemekteydi. Lahud’un kendisi de Suriye’nin verdiği destekle beraber, “parlamentonun bu görevi kendisine vermesi durumunda, bunu kabul etmek için hazır olduğunu” açıklamıştı. Ancak Lübnan içindeki Suriye muhalefetinin önemli isimlerinden Hristiyan Marunilerin Patriği Nasrallah Sefir, “anayasanın istenildiği zaman değiştirilebilecek herhangi bir kanun olmadığını dolayısıyla devlet başkanının ikinci bir dönem daha görev yapması konusunda yapılması düşünülen değişikliğin önemli sorunlara yol açabileceği” yönünde bir açıklama yaparak bu çabaları eleştirmişti.[31] Bu süreçte Birleşmiş Milletler de olaya müdahil olmuş ve “yabancı güçlerin Lübnan’dan çekilmesi ve bu ülkenin içişleri ile seçim sürecinin hiçbir yabancı gücün etkisinde kalmadan işlemesi” çağrısı yapan kararı kabul etmiştir.[32] Tasarıda “yabancı güçler” ifadesi kullanılarak Suriye’nin adına yer verilmese de açıkça Suriye’ye karşı alınmış bir karardı. Bunun yanında bizzat Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan Suriye’yi birliklerini Lübnan’dan çekmesi konusunda Lübnan Devlet Başkanı Lahud’u da görev süresini uzatma çabaları nedeniyle eleştirmiştir.[33] Birleşmiş Milletler’in aldığı karar ve Annan’ın açıklamaları Suriyeli ve Suriye yanlısı politikacılar tarafından eleştirilmiş ve “iç işlerine müdahale” olarak adlandırılmıştır. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesi durumunda bu ülkenin bir kaos ortamına sürükleneceğini ve Suriye’nin varlığının istikrar açısından kaçınılmaz olduğunu savunmuştur.[34]

Suriye tüm bu uluslar arası baskılara rağmen seçim sürecine müdahale etmiş ve Lübnan parlamentosu da Emil Lahud’un görev süresini uzatan kararı almıştır. Suriye bu seçimlerde baskılara boyun eğerek seçim sürecine müdahale etmeseydi Lübnan üzerindeki otoritesinin önemli bir kısmını kaybedecek ve Batı’nın Lübnan politik süreçlerine etkin biçimde katılımını sağlayacaktı. Ancak Suriye, devlet başkanlığı seçimlerine karışarak ve Lahud’un üç sene daha görevde kalmasını sağlayarak Lübnan üzerindeki konumunu şimdilik korurken diğer yandan da kendini uluslar arası toplulukta daha çok izole edilmiş bir konuma sokmuştur.[35]

Bu süreçte yine taktik bir adım atılarak yeniden bir askeri konuşlandırma gerçekleştirilmiştir. Uluslar arası baskıların en üst düzeye taşındığı bir dönemde atılan bu adım yine diğerleri gibi Suriye’nin Lübnan’daki etkinliği üzerinde köklü değişiklik yapacak adımlardan öte, ABD’nin Suriye üzerinde Lübnan’dan çekilmesi yönünde uyguladığı baskıyı azaltma amaçlı yapılmış bir manevra olarak değerlendirilebilir. Bu yeniden konuşlandırmayla ilgili resmi Suriye basınında çıkan yazıda bu adımın ABD ile ilişkilerle bir ilgisinin olmadığı ancak iki ülke ilişkilerine olumlu bir etki yapmasının da Suriye tarafından memnuniyetle karşılanacağı belirtilmektedir.[36] Bu da esasen her ne kadar ABD ile ilişkilerle ilgisi olmadığı söylense de tam da bununla bağlantılı olduğunu göstermektedir. Bu yeniden konuşlandırmayı ve ABD ile ilişkilere olumlu katkı yapmasının memnuniyetle karşılanması gibi ifadelerin, Suriye’nin bazı koşulların sağlanması durumunda bu ülkedeki varlığına son vermeyi düşünebileceği mesajı olarak da algılanabilir.

Sonuç ve Genel Değerlendirme

Yeniden konuşlandırmalar her ne kadar Suriye’nin etkinliği konusunda radikal bir değişim sağlamasa da, Suriye’nin Lübnan’daki varlığının azalması yönünde atılan küçük adımlar olarak düşünülebilir. Mevcut koşullar altında Suriye’nin Lübnan’dan vazgeçmesi mümkün gözükmemektedir. Suriye elindeki bu önemli kozu bırakmak istemeyecektir. İsrail’le süren anlaşmazlık konuları ve mücadele devam ettikçe Suriye, bir şekilde Lübnan’daki varlığını korumaya çalışacak ve baskılar arttığı dönemlerde de son yeniden konuşlandırmada olduğu gibi, bazı taktik adımlar atacaktır. Bu yeniden konuşlandırmaları, belli koşulların sağlanması durumunda Suriye’nin Lübnan’daki varlığına son vermeyi düşünebileceği mesajını verme niyeti olarak da değerlendirilebilir.

Esasen Lübnan içinde Suriye’nin varlığına karşı çıkan çok geniş bir kesim bulunmakla beraber ülkedeki Suriye gizli servis yapılanması ve askeri varlığı bu kesimlerin seslerini yükseltmelerine engel olmaktadır. Ancak gizli servis arkasındaki ordu desteği kaldırılabilirse Lübnan’da bu durumun değişme ve bu kesimlerin de Suriye’nin varlığına son verme faaliyetlerine daha etkin bir biçimde katılımları sağlanabilir.[37]

Irak Savaşı sonrası oluşan yeni bölgesel koşullar, Suriye’nin Lübnan’daki varlığını da sorgulamaya başlamıştır. Zaten savaş öncesinde bu yönde taleplere maruz kalan Suriye, savaş sonrasında daha büyük bir baskı altına girmiştir. Önümüzdeki dönemde Suriye’nin Lübnan’daki etkinliğinin azaldığı ve hatta askerlerinin bu ülkeden çekilmeye başladığı bir sürece tanık olabiliriz.



* ASAM Orta Doğu Araştırmaları Masası, Asistan


[1] “Büyük Suriye” düşüncesi-ideali hakkında daha geniş bilgi için bkz.: Daniel Pipes, Greater Syria: The History of an Ambition, Oxford University Press, New York, 1990.
[2] Moshe Maoz, Syria and Israel, Oxford University Pres, New York, 1995, s. 161.
[3] Naomi Joy Weinberger, Syrian Intervention in Lebanon, Oxford University Press, 1986, s. 31.
[4] Eyal Zisser, Assad’s Legacy: Syria in Transition, New York University Press, 2001, ss. 131-132’den aktaran Nurçin Yıldız, “Dünden Bugüne Suriye'nin Lübnan Müdahalesi”, Stratejik Analiz, Sayı 25, Mayıs 2002.
[5] Eyal Zisser, s. 132’den aktaran Nurçin Yıldız.
[6] Nurçin Yıldız, “Dünden Bugüne Suriye'nin Lübnan Müdahalesi”, Stratejik Analiz, Sayı 25, Mayıs 2002, s. 51.
[7] Tareq Y. Ismael ve Jacqueline S. Ismael, The Communist Movement in Syria and Lebanon, University Press of Florida, 1998, s. 101
[8] Robert G. Rabil, Embattled Neighbors: Syria, Israel and Lebanon, Lynne Rienner Publishers, 2003, s. 47.
[9]Robert G. Rabil, s. 47.
[10] Robert G. Rabil, ss. 48-49.
[11] Moshe Maoz, ss. 162-163.
[12] Farid El Khazen, “Ending Conflict in Wartime Lebanon: Reform, Sovereignty and Power, 1976-88”, Middle Eastern Studies, Cilt 40 Sayı 1, Ocak 2004, s. 66.
[13] Farid El Khazen, s. 67.
[14] Moshe Maoz, ss. 164-166.
[15] Robert G. Rabil, ss. 51-52.
[16] Moshe Maoz, s. 166.
[17] Moshe Maoz, ss. 166-167.
[18] Tareq Y. Ismael ve Jacqueline S. Ismael, s. 103.
[19] Moshe Maoz, ss. 166-168.
[20] Moshe Maoz, ss. 168-171.
[21] Farid El Khazen, s. 68.
[22] Moshe Maoz, ss. 173-175.
[23] Farid El Khazen, s. 69.
[24] Moshe Maoz, ss. 177-179.
[25] Fida Nasrallah, “Syria After Ta’if: Lebanon and the Lebanese in Syrian Politics”, Eberhard Kienle (der.), Contemporary Syria, British Academic Press, 1994 içinde ss. 135-136.
[26] 2001 ve 2002 yıllarında gerçekleşen ilk iki yeniden konuşlanma hakkında daha geniş bilgi için bkz.: Nurçin Yıldız, “Dünden Bugüne Suriye'nin Lübnan Müdahalesi”, Stratejik Analiz, Sayı 25, Mayıs 2002.
[27] Suriye Sorumluluk ve Lübnan Bağımsızlık Yasası hakkında daha fazla bilgi için bkz.: Oytun Orhan, “Irak Operasyonu Gölgesinde Suriye-ABD İlişkileri”, Stratejik Analiz, Sayı 35, Mart 2003.
[28] Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz.: Oytun Orhan, “Suriye Dış Politika Analizi: ABD-Suriye Gerginliği”, Stratejik Analiz, Sayı 38, Haziran 2003.
[29] Oytun Orhan, “Suriye Lübnan'daki Birliklerini Yeniden Konuşlandırıyor”, Günlük Küresel Değerlendirme Bülteni, 19 Şubat 2003, ASAM internet sayfası, www.avsam.org.
[30] Oytun Orhan, “Suriye Lübnan'daki Birliklerinin Bir Kısmını Geri Çekiyor”, Günlük Küresel Değerlendirme Bülteni, 15 Temmuz 2003, ASAM internet sayfası, www.avsam.org.
[31] “Patriarch Sfeir Concerned About Lahoud's Mandate Extension”, AsiaNews internet sitesi, 6 Eylül 2004, http://www.asianews.it/view.php?l=en&art=1430. “Patriarch Sfeir Slams Syrian Influence On Constitutional Changes”, AsiaNews internet sitesi, 30 Ağustos 2004, http://www.asianews.it/view.php?l=en&art=1381.
[32] “BM, Şam'a Karşı Harekete Geçti”, Radikal, 4 Eylül 2004.
[33] Colum Lynch, “Annan Presses Syria To Pull Out of Lebanon”, Washington Post, 2 Ekim 2004.
[34] “Syrian President Defends Role in Lebanon”, Associated Pres, 10 Ekim 2004.
[35] Ziad K. Abdelnour, “The US and France Tip the Scale in Lebanon’s Power Struggle”, Middle Esat Intelligence Bulletin, Cilt 6 No 6-7, Temmuz 2004.
[36] “USCFL Intelligence: Syrian Redeployment Reversible?”, Free Lebanon Kuruluşu İnternet Sitesi, 24 Eylül 2004, http://www.freelebanon.org.
[37] Manuela Paraipan, “Why Syria Interferes in Lebanon”, Yemen Times, 27 Eylül 2004.

Tuesday, October 19, 2004

İsrail’in Gazze Operasyonu

İsrail’in Gazze’ye şimdiye kadar düzenlediği en geniş çaplı askeri operasyon devam ediyor. İsrail ordusunun, Filistinli militanların roket saldırılarını önlemek amacıyla başlattığı ve “Tövbe Operasyonu” adını verdiği harekatta Cebaliye ve Refah mülteci kamplarına düzenlenen operasyonlar sonunda şimdiye kadar, yarıya yakını sivil toplam 110 kişi öldürüldü.

İsrail, özellikle Hamas’a yönelik olarak düzenlediği bu operasyonlarla her ne kadar örgütün eylem yapma kapasitesini ciddi anlamda zayıflatmayı amaçlamış olsa da umulanın aksine ters sonuçlar da doğurabilir. İsrail, Cebaliye’deki Hamas yapılanmasını büyük ölçüde çökerttiğini ve artık roket saldırısı düzenleyecek çok daha az Hamas militanının kaldığını düşünmektedir. İsrail’in operasyonla beraber ulaşmak istediği bir diğer hedef de sivil Filistinli halkı Hamas üzerinde baskı oluşturmaya itmek. “Tövbe Operasyonu” sonrasında birçok sivil Filistinli ya öldü ya yaralandı ya da evsiz kaldı. İsrail, operasyondan ciddi şekilde zarar görerek çıkan sivil Filistinlilerin Hamas üzerinde baskı oluşturarak örgütün davranışlarını etkilemesini ve füze saldırılarına son vermesini sağlamasını ummaktadır.

İsrail’in bu hedeflerine karşılık, operasyonun daha değişik sonuçlar doğurması da olasıdır. Operasyonun, sivil Filistinli halk üzerinde İsrail’e karşı “nefret ve intikam” duygularının beslenmesine yol açtığı kesindir. Operasyon halkın sinmesine yol açabileceği gibi, bu duygular, İsrail’e karşı her türlü şiddet eylemini uygulayan ve meşru gören Hamas’a yönelik desteğin artmasına da yol açabilir. Gazze’de şu anki genel kamuoyunun görüşünün de daha çok bu yönde olduğu söylenebilir. Gazze halkı, İsrail’in bu tür operasyonlarına devam etmesi durumunda Hamas’ın vereceği her türlü sert karşılığı desteklemektedir. İsrail, sivil halkın uygulayacağı baskıyla örgütün füze saldırılarına son vermesini umsa da operasyonun ters tepkiyle Hamas’a desteğe dönüşmesi, Sderot kasabasına yönelik füze saldırılarına daha çok motivasyon sağlayabilir.

Sonuç olarak operasyon her ne kadar Hamas’ın gücünde ve militan sayısında geçici bir azalmaya neden olsa da uzun vadede Gazze içinde Hamas’a yönelik desteğin artmasına ve çok daha fazla militan bulmak için gerekli ortamın doğmasına neden olabilecektir.

Tuesday, October 12, 2004

On the Terrorist Attack in Egypt and Its Consequences

The terrorist attacks that took place in Egypt's Sinai Peninsula on Oct. 8, killing 34 people, most of them Israelis, may have significant consequences.

The first question that comes to mind is which organization or organizations may have staged these attacks. There are various possibilities. For the time being the generally accepted possibility is that these have been staged by Al-Qaeda reportedly in cooperation with Hezbollah, a group that is more active in Sinai and has the capacity to stage attacks there. There is also the possibility that radical Palestinian groups such as Hamas and Islamic Jihad. However, both of these organizations have announced that they had nothing to do with these incidents. Since these organizations have the tendency to claim responsibility for every attack they stage one gets the impression that they did not stage the Sinai incidents. Also, these organizations have adopted the policy of not taking action outside the Palestinian territories and they have not taken any such action to date. Another claim -one voiced especially by radical Palestinian groups-is that the Israeli intelligence service staged these attacks. This is a far-fetched idea put forth by assuming that Israel stands to benefit from these attacks.

Although the target were the Israelis the fact that the attacks took place on Egyptian soil makes one think that this is a message, a warning issued to Egypt. But why Egypt? We can say that the behind the answer to that question lies the recent attempts to ensure cooperation between Israel and Egypt regarding Gaza. (See: Middle East, Daily Assessment, Aug. 10, 2004) Israel has been seeking cooperation with Egypt to ensure Gaza's security (that is, to ensure that there will be no terrorist infiltration into or terrorist incidents in Gaza) after the evacuation of the region in line with the Gaza Plan. The Egyptian side views that suggestion in a warm light though it has some reservations. Therefore, one could say that this is a warning issued to Egypt because of that process of cooperation.

The attacks can be expected to have consequences involving the Egyptian-Israeli relations and Israel's Gaza policy. Although the incidents were targeted against Israelis these incidents can bring about results in Israel's favor. According to the Camp David accord signed between Israel and Egypt is banned from having troops in the border region of Sinai except the security forces equipped with certain types of light arms.

Despite that Israel wants Egyptian troops to enter the region to prevent infiltrations from Egypt to Gaza and to ensure border security. Meanwhile, Israel thinks that Egypt is not too eager to cooperate with Israel in the border region and that Egypt is not taking substantial steps to ensure border security. Indeed, until the recent attacks Egypt had approached that issue suspiciously. The terrorist attacks that have taken place in Egypt will push Egypt into cooperating more with Israel to ensure border security. In fact, immediately after these attacks Egypt reported told Israel it wanted to send troops to Sinai to ensure security. Egypt thinks that if it puts troops into Sinai it will be easier for it to take measures against infiltrations through the border. In other words from now on we can expect Egypt to be more eager to ensure the security of its Gaza border. And that is something Israel has wanted all along.

These attacks may cause Egypt to take part in the fight on terror more effectively from now on. The allegation that these terrorist acts were committed by the Hezbollah cells in Sinai in cooperation with Al-Qaeda will force Egypt to clamp down on these organizations in the Sinai region. Israel talks about the presence of Hezbollah cells in Sinai. It believes that some of the infiltrations into Gaza take place via these cells. Considering that the process of Egypt putting troops into that region will gain momentum we can expect the fight on these cells to intensify.

Another consequence of these attacks is likely to appear in the context of the operations Israel has held in Gaza in recent weeks. In operations Israel staged over the past two weeks more than 110 people died. Israel, who has come under criticism and pressure from the international community due to these operations, may find a chance to act with more ease in Gaza in the wake of the terrorist attacks directed against Israeli citizens in Egypt.

Wednesday, October 06, 2004

Suriye’de Gerçekleşen Kabine Değişikliğinin Anlamı Ne?

Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, içlerinde ekonomi ve ticaret, içişleri ve adalet gibi kilit bakanlıkların olduğu sekiz bakanlığın başındaki isimleri değiştirdi. İçişleri Bakanlığı’na, uzun yıllardır görev yapan deneyimli bir güvenlik bürokratı olan Gazi Kenan getirilirken, ekonomi ve ticaret bakanlığıyla enformasyon bakanlığına, ülke sorunlarına bakışları nedeniyle anlamlı sayılabilecek kişiler getirilmiştir.

Kabine değişikliği sonrasında atanan yeni bakanların geçmişleri, düşünceleri ve ülke sorunlarına bakışıyla, değişikliğin gerçekleşme tarihi, bu kabine değişikliğinin arkasında yatanları anlamada faydalı olacaktır. Bu kriterlere bakılarak bir yorum yapıldığında, iç güvenliğin artırılması ve reform sürecine hız verilmesi konularının ön plana çıktığı görülmektedir.

İçişleri bakanlığına atanan Gazi Kenan uzun yıllar Lübnan’da, Suriye Askeri İstihbaratı Başkanlığı görevini yürütmüş ve iki yıl önce Suriye’ye geri dönmüştür. Kenan, daha çok sertlik yanlısı politikalarıyla tanınan bir güvenlik bürokratı olarak bilinmektedir. Yani Suriye’nin iç güvenlik anlamında yeni bir yapılanmaya gitme ihtiyacı hissettiği yorumu yapılabilir. Peki neden böyle bir ihtiyaç duyulmuş olabilir? İçişleri bakanlığındaki bu değişiklik, Hamas’ın üst düzey yetkililerinden olan İzzeddin Şeyh Halil’in İsrail tarafından düzenlenen bir operasyonla Suriye’nin başkenti Şam’da öldürülmesinden sekiz gün sonra gerçekleşmiştir. Bu operasyon Suriye açısından ciddi bir prestij kaybı ve bunun da ötesinde güvenlik yapılanması açısından kaygı verici bir durumdu. Bu operasyon ülke içinde güvenlik yapılanmasının sorgulanmasına neden olmuş olabilir ve sorumlu olarak da içişleri bakanı görülmüş olabilir. Kenan’ın içişleri bakanlığına getirilmesi, kendi ülkesinin başkentinde İsrail’in bir operasyon düzenleyebilmesinin yarattığı kaygının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Kenan’ın bundan sonra iç güvenlik anlamında daha sıkı politikalar izlemesi ve yeni bir yapılanmaya gitmesi beklenebilir.

Atamalara bakılınca öne çıkan ikinci konunun reform süreci olduğu görülmektedir. Ekonomi ve Ticaret Bakanlığı’na getirilen Hüsnü Lütfü, açık fikirli bir reformcu ve Avrupa Birliği ile sürdürülen ilişkilerin ve anlaşmaların sıkı destekçisi olarak bilinmektedir. Enformasyon Bakanlığı’na atanan Baas Gazetesi’nin editörü Mehdi Dahallah da ülkede demokrasi ve sosyal adaletin artırılmasının savunucularından biri olarak tanınmaktadır. Dolayısıyla Suriye’nin, önümüzdeki dönemde ekonomik ve siyasal reforma yeni bir hız kazandırma isteğinde olduğu söylenebilir.

Bu iki sonuçtan iç güvenlik yapılanmasına ilişkin gelişmelerin ön plana çıkması beklenebilir. Bu yıl içinde yaşanan birkaç olayı takiben en son olarak Şam’da İsrail tarafından bir operasyonun düzenlenmiş olması Suriye’yi kaygılandırmış ve güvenlik yapılanmasının sorgulanmasına neden olmuştur. Reform konusunda ise, her ne kadar reformcu olarak bilinen kişiler atanmış olsa da çok ciddi yapısal reformların hayata geçirilmesi beklenmemelidir.

Wednesday, September 29, 2004

İsrail-Hamas Çatışmasında Yeni Dönem (mi?)

Radikal Filistinli gruplar için “güvenli bir sığınak” olan Suriye’nin başkenti Şam’da, Hamas’ın üst düzey yetkililerinden İzzeddin Şeyh Halil, arabasına konan bombanın patlaması sonucu öldürüldü. Ağustos ayı sonunda İsrail’in Beerşeva kentinde düzenlenen ve Hamas tarafından üstlenilen intihar saldırısı sonrasında İsrail’in suçlamalarının merkezinde Suriye bulunuyordu ve bu ülkedeki “terör” unsurlarının hedef konumunda olduğu belirtilmişti. Her ne kadar İsrail hükümet yetkilileri operasyonun arkasında İsrail’in olup olmadığına dair bir bilgi vermeseler de güvenlik yetkilileri dolaylı yollardan operasyonun arkasında İsrail olduğunu açıklamaktadırlar.

Bu operasyon bir açıdan ilk niteliği taşıyor ve hatta İsrail’in Hamas’a yönelik mücadelesinde yeni bir aşama olarak da nitelendirebiliriz. İsrail daha önce de Suriye’ye yönelik operasyonlar düzenlemiş ve “terör örgütlerine” ait olduğunu iddia ettiği kampları bombalamış, Suriye içine askeri operasyonlar düzenlemişti. Ancak bunlar açık bir şekilde İsrail uçaklarının Suriye’ye girerek operasyonu düzenledikten sonra geri döndükleri operasyonlardı. İsrail ilk defa bölgede İran’la beraber en ciddi düşmanı konumunda olan Suriye toprakları içinde ve Suriye istihbaratı tarafından da korunması muhtemel bir kişiye karşı gizli bir operasyon düzenlemiştir. İsrail daha önce de Filistin dışında bulunan radikal Filistinli grupların üst düzey yetkililerine yönelik operasyonlar düzenlemişti. Ancak bunlar Ürdün gibi genelde iyi ilişkilere sahip olduğu ülke toprakları içinde gerçekleşmişti. Tüm güvenlik yapılanmasını İsrail’e yönelik olarak oluşturmuş ve İsrail’i “düşman” olarak ifade eden bir ülke topraklarında böyle bir operasyonun düzenlenebilmiş olması Suriye açısından kaygı vericidir. Zaten bu operasyonun Halil’i öldürmek dışında daha büyük amacının Suriye’ye bir mesaj verme olduğu söylenebilir. İsrail, Suriye’nin radikal Filistinli gruplara destek vermemesi ve ülkesinde bulunan tüm grupların çıkartılması yönündeki baskıyı artırıyor ve ülkesi içinde böyle bir operasyon düzenleme kapasitesine sahip olduğunu göstererek Suriye’ye bir uyarı vermektedir ki bu operasyonun İsrail açısından gerçekten de etkili bir uyarı ve Suriye güvenlik yapılanması için de kaygı verici bir durum olduğu söylenebilir. İsrail Suriye içindeki gücünü göstermiş ve Suriye’yi çok ciddi bir baskı altına almıştır. Suriye açısından da ciddi bir prestij kaybı olduğu söylenebilir.

Operasyonun doğurması muhtemel sonuçlara bakacak olursak, Hamas’ın mücadele yöntemine olası etkileri ön plana çıkmaktadır. Hamas’ın üst düzey kadroları içinde İsrail’le mücadele yöntemi açısından bir tartışma mevcuttur. Hamas’ın kurucusu Şeyh Ahmet Yasin tarafından belirlenen ve kuruluşundan bu yana uygulanan stratejisi, İsrail’e karşı mücadelenin sadece Filistin toprakları içinde sınırlı kalması yönündedir. Ancak son zamanlarda Hamas içinde Filistin dışında da İsrail hedeflerine yönelik eylemler düzenlenmesi yönünde bir görüş ortaya çıkmıştı. Ancak örgütün lideri Halit Meşal’in başını çektiği ve mücadelenin Filistin’le sınırlı kalmasını savunan grup daha etkin çıkıyordu bu tartışmalardan. Bu son operasyon Hamas içinde mücadelenin İsrail dışına taşınmasını savunanları güçlendirecektir. Ancak her ne kadar güçlenseler de henüz bu görüşün örgüt politikasına dönüşmesi zor gözükmektedir. Ancak İsrail’in, Filistin dışında Arap ülkelerinde bu tür operasyonlara devam etmesi İsrail ve Hamas arasındaki mücadelenin Filistin dışına taşmasıyla sonuçlanabilir.

Monday, September 06, 2004

The Suicide Attacks in Israel and the Consequences

The suicide bombings that took place in Beersheva, Israel - for which Hamas has claimed responsibility-on Sept. 1, 2004, may well have significant consequences. It has been announced that the attack that left 16 people dead and some 100 injured was staged "in order to take revenge". Israel had staged a series of operations against Hamas, a radical Palestinian group, since the beginning of the current year. In this framework first the organization's spiritual leader and founder Sheikh Ahmad Yaseen and later Rantissi, one of the leading Hamas figures, were killed along with many other high-level Hamas officials. The latest act of Hamas seems to be a belated response.

Syria was in the "center" of the statements Israeli officials made in the wake of the suicide bombings. They consider Syria to be the party "mainly responsible" for these attacks. First Israeli Chief of Staff Moshe Yalon made a statement, saying that the suicide bombers had received their orders "from the Hamas headquarters in Damascus" and that Israel would take action "against those who support terrorism". Then Israel's Deputy Minister of Defense Zeev Boim announced that Israel was contemplating the possibility of an Israeli "military intervention against the terrorist targets in Syria".

These statements could be made for one of the following two reasons. The first possibility is that Israel is really going to stage such an operation and it is threatening Syria. The second -and stronger-possibility is that Israel is issuing that threat in order to deter Syria from supporting similar actions in the future. We can say that Israel does have the "will" to stage a military operation against targets deep inside Syria. Last year, in response to a suicide bombing that took place in Israel, Israeli forces bombed a camp situated close to Damascus (to the north of the capital) on the grounds that the camp belonged to "Islamic Jihad".

So, on the basis of that example if not for anything else, one could say that Israel has the "will" to stage such an operation against Syria. However, though Israel may have the capacity to stage such an operation it is not possible to say that the current regional and global conditions are suitable for such a move. If the conditions had been suitable and Israel really intended to stage such an operation it would have staged a surprise raid as in the case of last year's operation rather than making an announcement. Therefore, we can say that Israel has made these statements in order to make the "other side" drop any plans for the "future attacks".

These suicide attacks may also have consequences regarding certain policies Israel has been conducted lately. Due to the series of operations it has staged against the high-level Hamas figures since the start of the current year Israel has come under criticism. It has plunged into a "legitimacy crisis" in the international arena. From now on Israel will have an opportunity to pounce upon Hamas with more ease. The suicide attacks for which Hamas has claimed responsibility will create a "platform of legitimacy" for the operations Israel would stage against Hamas from now on. Israel would come under less pressure from the international community. If though it would still be criticized to some extent Israel would not take that criticism into consideration.

The first operation corroborating this argument has already taken place. On Sept. 7, 2004 the Israeli Army staged an attack in Gaza on Shijaya, a town known as a Hamas stronghold, killing 14 and wounding 30, all of them Hamas militants.

When the Israeli operations directed against top Hamas figures such as Sheikh Ahmad Yaseen and Rantissi drew strong adverse reactions Israel started staging operations targeted at Hamas officials of lesser rank. However, from now on, there is a stronger possibility that Israel will target key Hamas figures once again. If such a change occurs we can expect the following three people to be the target: Halid Meshal, the political leader of the organization who is in Damascus, and Mahmoud Zahar and Ismael Haniyeh who are both in Gaza.

The suicide attacks in Beersheva seem to have eased the strain on Israel also regarding the construction of the controversial "security wall". Israel started to build the wall in June 2002 in order to "prevent terrorists from infiltrating from the West Bank". As on many other issues construction of the wall plunged Israel into a legitimacy crisis in the international field. (The latest development on this issue involved the International Court of Justice. In July 2004 the court decided that the wall was unlawful and should be torn down. Later in the month, in a related development, the UN adopted a draft resolution in the same direction. Although the UN resolution was not of a binding nature it intensified the pressure on Israel and caused the Israeli government to delay the construction work.)

However, the suicide attacks that took place in Beersheva on Sept. 1, 2004 stirred Israel into action once again regarding the construction of the wall. The spokesman for the Israeli Defense Ministry announced that the measures required had been taken to go ahead with the construction of the wall and that work would resume in two to three weeks. Immediately after the attacks some segments of the Israeli public started criticizing the Israeli government for having suspended the construction of the wall. The public has rallied around the idea that the construction work should be sped up. Not only the public opinion has been shaped in that fashion inside the country but also, thanks to the Beersheva attacks, the Israeli government has found a chance to show the international community "how justified its security concerns have been". Now this new international climate gives Israel an opportunity to continue with the construction of the wall. Israel has found a chance to defend before the international community its decision to build such a wall. It is not under as much strain as in the past. Although the international community continues to put pressure on the Israeli government the latter now has -thanks to the support given by the Israeli public-the capacity not to take that pressure into consideration.

Although Israeli officials have announced that resumption of the wall construction has got nothing to do with the suicide attacks one tends to think that these attacks will give Israel a chance to implement its security policies with greater ease from now on.

Sunday, August 01, 2004

Hedefteki Örgüt Hamas

Oytun Orhan*



İsrail-Filistin çatışmasına baktığımız zaman her iki taraf içinde de belirleyici grupların radikal gruplar olduğu, ılımlı öğelerin ise sadece dengeleyici bir rol oynadıkları görülmektedir.[1] Her iki taraf içinde Orta Doğu Barış Süreci’ne farklı yaklaşımlar söz konusudur. İsrail tarafında radikal Yahudiler daha belirleyici konumdayken özellikle Oslo süreciyle beraber Filistin tarafı içinde radikal İslamcı gruplar (Hizbullah, Hamas, İslami Cihat vb.) daha belirleyici konuma yükselmiş, Filistin halkı içindeki güç ve etkinlikleri artmıştır.

Filistin kesimi içindeki bu radikal grupların belirleyici konumda olmaları onların İsrail-Filistin sorununa bakışlarını da daha önemli hale getirmiştir. Bu örgütlerin İsrail’in varlığını temelden reddeden ve İsrail’e yönelik her türlü şiddet eylemini meşru gören yapıları onları İsrail açısından temel tehdit konumuna getirmiştir. İsrail, bu düşüncelerden hareketle uzun yıllardır bu örgütlere yönelik olarak etkinliklerinin kırılması, örgütsel yapılarının çökertilmesi amacıyla mücadele etmektedir. Ancak son aylarda İsrail, özellikle Hamas’a ve lider kadrosuna yönelik olarak bir dizi operasyon gerçekleştirilmektedir. 2004 yılının başından itibaren (Gazze Planının da ilk olarak duyurulduğu tarihle beraber) İsrail, bu örgüte yönelik önce tehditlerde bulunmuş ve daha sonra art arda operasyonlara girişmiştir.

Bu çalışmada öncelikle Hamas ve İslamcı örgütlerin ortaya çıkışının altyapısını hazırlayan tarihsel süreç ele alınacaktır. Daha sonra Hamas örgütünün kuruluşu, yapılanma süreci, ideolojisi ve İsrail-Filistin sorununa bakışı anlatılmaya çalışılacaktır. Bu kısımlar Hamas’ın (diğer İslamcı örgütlerle beraber) İsrail açısından neden öncelikli tehdit oluşturduğunun anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Bunun yanında son aylarda İsrail’in Gazze’den çekilme planına paralel olarak neden Hamas’a yöneldiğinin yanıtı da bu kısımlarda aranacaktır. Hamas’ın tarihsel olarak Gazze’deki etkin konumu incelenecektir. Daha sonraki kısımlarda ise son aylarda Hamas’a yönelik operasyonlar Gazze Planı çerçevesinde ele alınarak sürecin önümüzdeki dönemde doğurabileceği olası sonuçlar irdelenmeye çalışılacaktır.


Filistin’de İslami Hareketlerin Tarihi

Filistin’de ilk İslami siyasal hareketler 1920’lerin başında Mısır’da kurulmuş olan “Genç Müslümanlar Birliği”nin yerel şubeleri olarak ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Hayfa kolunun başında Suriye doğumlu Şeyh İzzeddin el-Kasım bulunuyordu. Kasım’ın başında bulunduğu grup o dönemde Yahudilere ve İngiliz yetkililere karşı suikast eylemleri gerçekleştiriyordu. Kasım’ın 1935 yılında İngiliz güvenlik güçleriyle girdiği bir çatışma sonucu öldürülmesi, kendisini ulusal bir sembol ve İslam toprağında yabancı güçlere karşı savaşın modeli haline getirmiştir.[2] Filistin’de bu ilk İslami faaliyetleri takiben 1945 yılında Mısır’da kurulmuş olan Müslüman Kardeşler’in ilk Filistin bürosu Kudüs’te açılmıştır. Örgüt, Filistin’de kısa sürede yayıldı ve 1947 yılına gelindiğinde 38 büro ve 10.000’nin üzerinde üyeye ulaştı.[3] Radikal İslamcılar Filistin’de 1948’e kadar önemli bir taban kazandılar. 1948 yılı içinde toplam nüfusun yaklaşık yüzde onuna tekabül ediyorlardı ve o dönemde cami sayısı 200’den 600’e yükselmiş, Gazze Üniversitesi de İslamcıların etki alanı içine girmişti.[4] Müslüman Kardeşler Filistin’de daha çok sosyal ve kültürel faaliyetlerde bulunuyor, politika ve şiddetten uzak duruyordu. Bu nedenle de 1948 Arap-İsrail Savaşı’nda fazla bir etkinliği olmadı ve savaş sonrasında faaliyetleri önemli ölçüde azaldı.[5]

1948-1967 yılları arasında Gazze sırasıyla Ürdün ve Mısır tarafından yönetildi. Müslüman Kardeşler, Ürdün yönetimi sırasında Filistin’de yeniden örgütlenme imkanı buldu. Mısır yönetimi sırasında, Mısır’ın kendi içindeki Müslüman Kardeşler’e yönelik tutumuyla Filistin’deki Müslüman Kardeşler’e yönelik tutumu paralellik gösteriyordu. Bu dönemde artan Nasırizm ve Arap milliyetçiliği dalgası karşısında örgüt yer altına indi ve gizli faaliyet göstermeye başladı. Bu dönemde Nasır’ın İslamcılara yönelik sert politikaları sonucunda Müslüman Kardeşler’in birçok üyesi tutuklandı.[6]

1967’de İsrail’in Gazze ve Batı Şeria’yı işgaliyle bölgede yeni bir dönem de başlamış oldu. Bu dönemden itibaren Gazze’de Müslüman Kardeşler’in Şeyh Ahmet Yasin liderliğinde kurumsal ve sosyal altyapısının inşası süreci başladı. Bu süreç daha sonra ilerde Hamas’ın çekirdeğini oluşturacak olan “İslami Merkez”in 1973 yılında kurulmasıyla sonuçlandı ve bu kurum 1978 yılında yasallaştı. İslami Merkez faaliyetlerini daha çok sosyal, kültürel,dini ve eğitim alanlarına yönelik olarak sürdürdü.[7]

Filistin’de, daha özelde Gazze’de, 1920’lerde kök salmaya başlayıp 1970’lerde “İslami Merkez”in oluşmasıyla devam eden İslamcı hareketler daha sonra kurulacak olan Hamas’ın çekirdeğini oluşturmuştur. Filistin’de ilk İslami siyasal faaliyetlere baktığımız zaman bu grupların daha çok Gazze’de faaliyette bulundukları görülmektedir. 1948 yılında Gazze’deki İslamcıların nüfusa oranı yüzde on iken bu oran Batı Şeria’da yüzde ikiydi.[8] Günümüzde de Hamas’ın tabanını Gazze’deki mülteci kampları oluşturmakta ve örgüt temel olarak burada üslenmektedir. Esasen bunun tarihsel bir boyutu da bulunmaktadır. Batı Şeria ve Gazze arasındaki sosyal ve ekonomik farklar bu farklı gelişime neden olmuştur. Batı Şeria’daki daha iyi ekonomik ve sosyal koşullar hem radikal İslamcıların Gazze’deki kadar kolay yayılmasına hem de onlar gibi daha militan bir nitelik kazanmalarına engel olmuştur.[9]


Hamas

Hamas’ın kökeni Mısır’da Hasan El-Benna tarafından kurulmuş olan “Müslüman Kardeşler”e (Ihvan-ı Müslimin) ve daha özelde Gazze’de kurulan “İslami Merkez”e dayanmaktadır. Hamas örgütünün kurucusu Şeyh Ahmet Yasin 1936 yılında toprak sahibi bir ailenin oğlu olarak Gazze’de dünyaya gelmiştir. Yasin, Müslüman Kardeşler’e, örgütün Cemal Abdül Nasır tarafından yasaklandığı 1950’lerin ortalarında katılmış ve 1957’den sonra Gazze’de öğretmen olarak faaliyet göstermeye başlamıştır. Daha sonra Kahire’ye geçmiş ve burada örgüt üyesi olduğu için tutuklanmıştır. 1967 yılında salıverilmesini takiben Müslüman Kardeşler’i yeniden organize etme çalışmalarına başlamıştır. Bu dönemde Müslüman Kardeşler örgütü üzerinde uygulanan yasağın Gazze politikası üzerinde derin etkileri olmuştur. Bu ortam Fetih ve Arap Milliyetçi Hareketi gibi seküler milliyetçi hareketlerin güç kazanmasına zemin hazırlamıştır.[10]

1973 yılında İsrail, Şeyh Ahmet Yasin’e “İslami Merkez”i açma izni vermiş ve böylece Yasin okul, cami, hastane gibi sosyal ve dini kurumlar açma yetkisini bizzat İsrail’den almıştır. Bu kurum, üyelerinin verdiği dini vergilerle finanse ediliyordu ve Yasin bu paraları toplama yetkisini de almıştı.[11]

1970’lerin ortalarında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) işgal altındaki topraklarda önemli bir siyasal güç olarak ortaya çıkmasıyla beraber İsrail, FKÖ’yü dengelemek amacıyla ona karşı İslami Merkez’i sıkı bir şekilde desteklemeye başlamıştır. O dönemlerde Gazze’de görev yapmış olan İsrailli General Yitzhak Segev, FKÖ ve komünistlere karşı denge oluşturmak amacıyla İslamcıların nasıl desteklendiği ve finanse edildiğini açıkça belirtmiştir.[12] Dolayısıyla şu anda Filistin politikalarında belirleyici konumda bulunan ve İsrail açısından daha ciddi tehdit oluşturan İslamcılar ilk aşamada İsrail tarafından desteklenmiş ve bu örgütlerin ortaya çıkışında İsrail de rol oynamıştır. Hamas’ın ilk kurulduğu yıllarda bizzat FKÖ’nün üst düzey yöneticileri Hamas’ı İsrail gizli servisinin kurdurduğu bir örgüt olarak tanımlıyor ve “düşmana hizmet etmekle” suçluyordu.[13]

Yasin 1985 yılından sonra İslami Merkez içinde çalışmalarına devam etmiş ve 14 Aralık 1987 tarihinde başlayan birinci İntifada hareketi sonrasında, İsrail’e karşı daha etkin ve somut mücadele edilmesi yönündeki baskılara dayanamayarak Hamas’ı kurmuştur. Örgüt aynı süreçte “İzzeddin Kasım Tugayları” adı altında askeri kanadını da oluşturmuştur.[14] Hamas’ın kurulmasının bir diğer nedeni de İntifada’nın ortaya çıkmasıyla beraber İslami Merkez’in bu hareketle resmi bağlantısının ortaya çıkması kaygısı olmuştur. Böyle bir durum merkezin sivil kuruluşlarının faaliyetlerini riske edecek bir gelişme olacaktı.[15] Örgüt Ağustos 1988’de misâkını yayımladı ve bununla İsrail’e cihat ilan etti. Örgüt amacını Filistin’de bir İslam devleti kurmak olarak açıkladı. Hamas diğer tüm girişimleri, yöntemleri reddederek tek mücadele yöntemi olarak silahlı mücadeleyi seçtiğini açıkladı.[16] Örgüt kuruluşunu takiben özellikle İsrail askerlerine, güvenlik görevlilerine ve daha sonra da sivillere yönelik olarak silahlı saldırı yöntemini benimsedi. Hamas, 29 Filistinlinin İbrahim Camii’nde öldürülmesine karşılık olarak 25 Şubat 1994’te gerçekleştirdiği eylemle İsrail-Filistin çatışmasını “intihar saldırıları” olgusuyla tanıştırdı.[17]

Oslo Anlaşmasının imzalanması ve FKÖ’nün Filistin Yönetimi’ne dönüşmesi sürecinin Filistin direniş hareketi içinde önemli etkileri olmuştur. Hamas Oslo sürecine karşı çıkmış ve Filistin Yönetimiyle arası açılmıştır. Hamas, Oslo sürecinin bağımsız bir Filistin devletiyle sonuçlanacağına inanmamıştır. Hamas’ın Oslo’ya bu bakışı hem Filistin Yönetimi’yle hem de İsrail’le olan ilişkilerini etkilemiştir. Bu süreçte İsrail, İslamcı grupların üzerine daha sert gitmeye başlamış, Filistin Yönetimi de İsrail baskısıyla Hamas üzerine gitmeye başlamış ve Gazze’deki faaliyetlerini engellemeye çalışmıştır.[18]


Hamas’ın İdeolojisi ve İsrail-Filistin Sorununa Bakışı

Arap-İsrail çatışması başlangıçta iki ulusal hareketin, Siyonizm ve Filistin milliyetçiliğinin çatışması olarak ortaya çıkmıştır. Çatışmanın ikinci aşamasında mücadele İsrail ile pan-Arabizm arasındaki mücadeleye dönüşmüştür. Mücadelenin son aşaması da sorunun İslamîleştiği ya da iki rakip din, İslam ve Musevilik, arasındaki mücadeleye dönüştüğü süreçtir. Gerçekten de Filistinlilerin İsrail’e karşı yürüttükleri mücadele ilk başlarda ulusal bir nitelik taşıyor ve Filistin milliyetçiliği etrafında şekilleniyordu. Ancak İslam olgusu bu dönemde de Filistinli milliyetçi seçkinler tarafından halk desteğinin kazanılması amacıyla kullanılıyordu.[19]

Hamas kendi ideolojisini seküler Filistinli güçlere karşıt olarak formüle etmiştir. Hamas’ın milliyetçilik düşüncesine bakışı Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan el-Benna tarafından formüle edilen görüşe göre şekillenmiştir. Buna göre Müslüman Kardeşler milliyetçiliği “seküler, seçkinci ve bencil” bir değer olarak reddeder. Bu görüş İslam birliğini yok ederek İslam topraklarını ele geçirmek için yabancılar tarafından oluşturulmuştur.[20] Hamas’ın ideolojisinin temelinde Filistin meselesinin ve İsrail-Filistin çatışmasının İslami özüne vurgu yatmaktadır. Hamas bu çerçevede Filistin Yönetimi’ni (eski FKÖ) sorunu Filistin milliyetçiliği ve Siyonizm arasındaki mücadele olarak algılamasından dolayı eleştirir. Bu tür bir nitelendirmenin problemin ve çözümünün yanlış yorumlanması sonucuna yol açtığını savunmaktadır. Hamas’a göre Filistin meselesi sadece toprak meselesi değil, aynı zamanda da din ve inanç meselesidir. Şu an yaşanan tüm sıkıntıların ve kaybedilen toprakların geri kazanılamamasının temelinde bu yanlış yorumlama ve İslam’ın temel alınmamasının yattığını savunmaktadır. Buna göre Filistin’in özgürleştirilmesi ancak sorun İslami düşünceden hareket ederek yorumlanır ve buna göre bir çözüm yolu saptanırsa sağlanabilir. Arap-İsrail-Filistin çatışması dinlerin savaşıdır. Savaş, İsrailliler ve Filistinliler arasındaki savaş değil Müslümanlarla Yahudiler arasındaki savaştır. Daha da geniş çapta Hamas, İsrail’le mücadeleyi İslam ve Batı uygarlığı arasındaki mücadele olarak algılamaktadır.[21]

Hamas, İsrail’e karşı yürütülecek mücadele ve yapılacak barış konusunda kendi çözüm yollarını da belirlemiştir. Buna göre İsrail sadece güçten anlamakta ve müzakerelere inanmamaktadır. Müslümanlar barışın peşinden koşacak kadar zayıf değildir. İsrail’i tanımak demek Arap birliği idealinden vazgeçmek, Müslümanlar ve Arapların parçalanmasını kabullenmek anlamına gelecektir. Zafere giden yol uzundur ancak Allah tarafından önceden belirlenmiştir. Zafere giden yolun üç öğesi vardır: İslam, doğru yolu takip etmek ve sabır. Allah’a olan inanç Filistinlileri İsrail işgalinden kurtaracaktır. Hamas bu çerçevede İsrail’le barışı reddetmekte ve İslami prensiplere dayanan kendi barış görüşünü formüle etmektedir. Buna göre tek çözüm tüm Filistin’de kurulacak bir İslam devletidir. Filistin’de yaşayan tüm Yahudiler, tarihte İslam hakimiyeti altında yaşadıkları dönemde olduğu gibi tüm sivil haklara sahip olacaklardır. Hamas Yahudilere iki seçenek sunmaktadır. Ya İslam devleti içerisinde hakları korunan bir azınlık konumunu kabullenecekler ya da aksi durumda bu durumu kabullenmeyip savaşacaklardır.[22]

Hamas, Filistin halkı içinde etkinlik kazanmasıyla beraber, diğer radikal İslamcı örgütlerle beraber Filistin tarafı içinde belirleyici konuma yükselmiştir. Hamas’ın, İslam’ı temel alan, İsrail’i tamamen reddeden ve tek mücadele yöntemi olarak şiddeti kabul eden bu görüşleri onu Oslo süreci sonrasında İsrail açısından temel tehdit konumuna yükseltmiştir.


Hamas’a Yönelik Operasyonlar: Neden Hamas?

İsrail 2004 yılının başıyla beraber Hamas örgütüne yönelik olarak liderlerinin, üst düzey yöneticilerinin öldürülmesine varan kapsamlı operasyonlara girişmiştir. İsrail genel mücadele taktiği çerçevesinde geçmişte de birçok üst düzey Filistinli liderlere karşı suikast girişiminde bulunmuş ve bu kapsamda Filistin Kurtuluş Örgütü, Hamas, Hizbullah ve İslami Cihat’ın lider kadrosundan 150’den fazla kişiyi öldürmüştür.[23] Son aylar içinde Hamas’a yönelik olarak bir dizi operasyonun gerçekleştirilmiş olması bunların belli bir proje çerçevesinde gerçekleştirildiğini göstermektedir. İsrail esasen 2004 yılının Ocak ayı içinde Hamas’a yönelik olarak operasyona girişeceğinin ilk sinyallerini vermeye başlamıştı. 17 Ocak 2004 tarihinde İsrail Savunma Bakanı Yardımcısı Zeev Boim, askeri radyoda yaptığı açıklamasında, “Şeyh Yasin öldürülmeye layıktır. Kendisi, gece ve gündüzün farkına varamayacağı yeraltının derinliklerine saklanmak zorunda kalacaktır” şeklinde bir ifadede bulunmuş ve kendisinin bulunarak ortadan kaldırılacağı tehdidinde bulunmuştu.[24] Bu süreçte belki de ilerde ortadan kaldırılması o zamanlarda planlanan Hamas liderinin İsrail’e yönelik saldırıların baş sorumlusu olarak gösterme ve düzenlenecek operasyona en azından İsrail kamuoyunda meşruiyet zemini hazırlama çalışmaları da başlatılmıştı. Şubat ayı başında İsrail Savunma Bakanı Şaul Mofaz açık tehditte bulunarak Şeyh Ahmet Yasin’e suikast düzenleneceğini belirtmişti.[25] Bu tehdit içeren açıklamaları takiben İsrail’in suikast operasyonu gecikmemiş ve 22 Mart 2004 tarihinde İsrail helikopterleri tarafından düzenlenen roket saldırısı sonucunda Hamas’ın dini lideri Şeyh Ahmet Yasin öldürülmüştür. Şeyh Yasin, Hamas örgütünün ruhani lideri olarak geçiyordu. Şeyh Yasin Orta Doğu’da çok önemli ve etkin kişiliklerden biriydi. İsrailli birçok yorumcu tarafından örgütün tüm stratejik politikalarını belirleyen kişi olarak nitelendirilen Yasin bir anlamda “yeri doldurulamaz” olarak tanımlanmaktaydı.[26] Yasin’in ölümünün ardından Halit Meşal örgütün siyasi liderliğine geçmiş Abdülaziz Rantisi de Hamas’ın Gazze sorumlusu olarak açıklanmıştır.

Şeyh Ahmet Yasin’in öldürülmesini takiben İsrail, Hamas’a yönelik operasyonların devam edeceğini bildirmiştir. Buna göre Şaul Mofaz ve güvenlik yetkililerinin, Hamas liderlerinin tamamının öldürülmesinin amaçlandığı operasyonlar düzenleme kararı aldıkları ve Hamas’ın “stratejik düşman” ilan edildiği belirtiliyordu.[27] Bu çerçevede Nisan ayı içinde Şeyh Ahmet Yasin’in ölümü sonrasında Hamas’ın Gazze sorumlusu olarak ilan edilen ve aynı zamanda örgütün kurucularından ve en etkin isimlerinden olan Abdül Aziz Rantisi yine İsrail tarafından 17 Nisan 2004 tarihinde düzenlenen bir roket saldırısı sonucu öldürülmüştür. Rantisi suikastının hemen ardından İsrail tehditlerine devam etmiş ve Şam’da bulunan örgütün siyasi lideri Halit Meşal’in de öldürüleceğini açıklamıştır. Yasin’in ardından Rantisi’nin de öldürülmesi örgüt stratejisinde değişime neden olmuş ve Hamas Rantisi’nin yerine atanan kişiyi kamuoyuna duyurmayacağını açıklamıştır. Bu dönemde İsrail’in Hamas’a yönelik operasyonlarına ABD’den de destek gelmiş ve ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Richard Boucher “Hamas’ın etkisiz hale getirilmesi gerektiğini” söylemiştir.[28] Daha sonra 20 Mayıs 2004 tarihinde Gazze Şeridi’nde bulunan Refah mülteci kampında Hamas örgütünün askeri kanadının yerel lideri Halid Ebu Anza İsrail askerleri tarafından öldürülmüştür.[29] Bu operasyondan 10 gün sonra yine Gazze’de İsrail helikopterlerince düzenlenen füze saldırı sonucunda Hamas’ın üst düzey komutanlarından Vael Naasar ve yardımcısı Muhammed Sarsur öldürülmüştür.[30] Yine bu operasyondan yaklaşık bir hafta sonra İsrail Gazze’de bir atölyeyi hedef almıştır. Buranın Hamas tarafından silah ve cephane üretimi için kullanılan bir fabrika olduğu açıklanmıştır.[31] İsrail Gazze’de sadece Hamas örgütüne yönelik olarak operasyonlar gerçekleştirmemiş, bu süreçte Filistinli yerleşim birimlerine ve mülteci kamplarına yönelik operasyonlar da devam etmiştir.[32]

Son birkaç ay içinde Hamas’a yönelik olarak bir dizi operasyonun gerçekleşmesi, bunun bir proje kapsamında gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır ki zaten İsrailli yetkililer bu yılın başında bu projelerini açık açık bildirmişlerdi. Ancak burada akla “Neden Hamas?” sorusu gelmektedir. İsrail zaten genel mücadele taktiği çerçevesinde radikal İslamcı grupların üst düzey kadrolarına yönelik suikast eylemleri düzenlemekteydi. Ancak sadece Hamas’a yönelmiş olması ve operasyonların kısa süreler içinde art arda gelmesi bu soruyu akla getirmektedir.

Bu sorunun cevabının bulunması için İsrail’in yürüttüğü diğer bir plan olan “Gazze Planı” ve Hamas’ın Gazze içindeki konumunun belirlenmesi gerekmektedir. Gazze Planı da ilk kez bu yılın başında Ocak ayı içinde İsrail Başbakanı Ariel Şaron tarafından duyurulmuştur. Plan, Gazze’de yaşayan tüm Yahudi yerleşimcilerinin (21 Yahudi yerleşim yeri ve toplam 7.500 civarında Yahudi yerleşimci) ve Batı Şeria’dan dört adet yerleşim yerinin boşaltılmasını öngörmektedir. Şaron, ilk olarak kendi partisi Likud içinde referanduma sunduğu planın onaylanmaması üzerine bazı değişiklikler yaparak planı Knesset’e götürmeyi amaçlamaktadır. İlk plana göre temel hedef olarak herhangi bir değişiklik içermeyen yeni plan Gazze’den geri çekilmeyi sadece belli bir takvime bağlamakta ve her geri çekilmeyi Knesset’in onayına sunulması gerekliliğini içermektedir. Ancak sonuç olarak bu planla beraber Gazze-Mısır sınırı kontrolü ve bazı bölgelerde bulunacak askerler dışında İsrail ve Yahudi yerleşimciler belli bir takvimin sonucunda Gazze’den tamamen geri çekilecektir.

İsrail’in Gazze’den çekilmesiyle beraber bölgenin kontrolü ve yönetimi Filistin Yönetimi’ne geçecektir. Ancak Gazze içerisinde esas etkinliğe sahip olan örgüt Hamas’tır. Hamas, İsrail’in Gazze’den çekilmesini siyasi bir fırsat olarak görüyordu. Şeyh Ahmet Yasin öldürülmeden önce Filistinli diğer gruplarla İsrail’in bölgeden çekilmesi sonrasında Gazze’nin nasıl yönetileceği konusunda görüşmeler yapıyordu.[33] Bu görüşmeler Yasin’in ölümü sonrasında da devam etmiş, Nisan ayı başında radikal grupların yöneticileriyle Arafat’ın liderliğindeki El Fetih örgütü üyeleri arasında İsrail’in Gazze’den çekilmesinin sonuçları tartışılmıştır. Bu görüşmelerden sonra Hamas yetkilisi, İsrail’in çekilmesinin ardından bölgede kurulacak yönetime destek vereceklerini açıklamıştır. Yani bir anlamda planın uygulanması sonrasında Hamas da bölgede yönetime katılacağını açıklamıştır. İsrail de bu durumun farkındadır ve Hamas’a bu fırsatı vermek istememektedir. Buradaki mülteci kampları Hamas’ın temelini oluşturmakta ve örgüt Gazze halkı içerisinde yoğun bir desteğe sahiptir. Buna karşılık özellikle son yıllarda Filistin Yönetimi, halk içindeki desteğini ve popülaritesini kaybetmeye başlamıştır. Hamas bölgede, sadece İsrail’e karşı mücadele eden bir örgüt değil aynı zamanda sosyal bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Hamas’ın bölgede okulları, hastaneleri bulunmakta ve buralarda Filistinlilere ücretsiz hizmet sunmaktadır. Ayrıca ihtiyacı olanlara maddi yadım da yapılmaktadır.[34] Dolayısıyla Hamas bölgede ve halk içinde daha etkin konumdadır. İsrail Gazze’den çekilirken bölgenin Hamas’a kalmasını istememekte ve örgütün etkinliğini kırmak için Gazze Planı’na paralel olarak bu suikast eylemlerini ve diğer operasyonları gerçekleştirmektedir. Kendisinin Gazze’yi terk etmesinin ardından kendisi açısından esas tehdit olarak algıladığı Hamas’ın karar alma, eylem yapma ve örgütsel davranma yeteneğini yok etmeyi amaçlamaktadır.

İsrail’in Gazze’den çekilirken Hamas’ın etkinliğini kırmaya çalışmasını temel amaç olarak düşünsek de bir diğer hedefinin daha bulunduğunu da söyleyebiliriz. İsrail daha önce 2000 yılı ortalarında Güney Lübnan’dan çekilmişti. İsrail burada Hizbullah ile mücadele ediyordu. O dönemde İsrail’in Güney Lübnan’dan çekilmesi özellikle Hizbullah tarafından kendi başarısı olarak gösterilmiş ve yürüttükleri mücadelenin bir sonucu olarak İsrail’in bölgeden çekildiği açıklanmıştı. İsrail şimdi de Gazze’den çekilmeyi planlamakta ve buradan çekildikten sonra bunun da bölgede İsrail’e karşı mücadele veren Hamas örgütünün bir başarısı olarak gözükmesini, sunulmasını istememektedir. Bu yöndeki kaygı birçok İsrailli yetkili ve Gazze’de yaşayan Yahudi yerleşimci tarafından dile getirilmektedir. Dolayısıyla İsrail, Hamas’ın liderlerini ve üst düzey yöneticilerini öldürerek bu geri çekilmenin Hamas’ın yürüttüğü mücadelenin bir sonucu olmadığını, Hamas üzerinde tam kontrole sahip olduğunu ve Gazze’den kendi inisiyatifiyle geri çekildiğini göstermeye çalıştığını söyleyebiliriz.


Sonuç ve Genel Değerlendirme

İsrail Orta Doğu Barış Süreci’nin önündeki en önemli engellerden biri olarak, radikal gruplar olarak tanımladığı Hamas ve İslami Cihad gibi örgütleri görmektedir. Bu gruplar sadece intihar eylemleri düzenlemekle kalmamakta, İntifada’nın da temel dinamiği ve motoru konumunda bulunmaktadırlar. İsrail’e göre Hamas ve İslami Cihad örgütlerinin etkinliğinin kırılması hem intihar eylemlerini hem de İntifada’yı ciddi şekilde zayıflatacaktır. Bu sebepten İsrail bu radikal grupların örgütsel yapısını çökertmeye yönelmiştir. Liderlerin öldürülmesi bu grupların karar alma, eylem yapma ve örgütsel davranma yeteneklerini önemli derecede zayıflatacaktır. Bu süreç, grupların İntifada’yı seferber etme kapasitelerinin ve intihar eylemi düzenleme güç ve yeteneklerinin yok edilmesi veya etkisiz hale getirilmesi ile sonuçlanacaktır. İsrail bu mantıktan da yola çıkarak bu suikast eylemlerini gerçekleştirmektedir.[35]

Söz konusu operasyonlar geniş sonuçlar doğurabilir. Öncelikle İsrail ve Hamas arasındaki ilişki modelini, İsrail-Filistin ilişkilerini, Orta Doğu Barış Sürecini, Filistin Yönetimi’nin güç ve konumunu ve Hamas’ın Filistin halkı içerisindeki etkinliğini ciddi şekilde etkileyebilir.

İsrail’in bir proje kapsamında liderlere yönelik seri suikast eylemlerine girişmesi örgüt stratejisinde de bir değişime yol açacaktır ki bu yönde ilk somut gelişme yaşanmış ve örgüt bundan sonra liderlerinin açıklanmayacağını duyurmuştur.

Önce Yasin ardından Rantisi’ye gerçekleştirilen suikast eylemleri ve ardından Hamas’a yönelik operasyonların belki de en önemli sonucu Hamas’ın Filistinliler içindeki etkinlik ve gücünün artması olmuştur. Arafat ve Filistin Yönetimi taraftarı Filistinliler dahi Hamas etrafında birleşmeye başlamışlardır. Bu süreç ikinci İntifada’dan bu yana güç ve prestij kaybeden Filistin yönetimi yerine Hamas’ın meşru varis olarak ortaya çıkması olasılığını gündeme getirmektedir. Bu olasılık yeni bir tartışmayı da gündeme taşımış ve daha önce “terör örgütü” olarak kabul edilen FKÖ’nün müzakereler yoluyla sisteme dahil edilmesi sürecinin benzerinin Hamas’a da uygulanması olasılığı gündeme gelmiştir.[36] Hamas’ın da kendi içinde de İsrail’e yönelik olarak daha pragmatik bir politika izleme yönünde tartışmaların olduğu düşünülürse belli tavizler, güvenceler ve yardımlar karşılığında Hamas’ın da sistem içine çekilmesi olasılığı gündeme gelebilir.




* ASAM Orta Doğu Araştırmaları Masası



[1] Nihat Ali Özcan ve Emre Bayır, “Orta Doğu Barış Süreci, Oyuncuları ve İran”, Stratejik Analiz, Sayı 22, Şubat 2002, s. 45.
[2] Şu anda Hamas’ın askeri kanadını oluşturan “İzzeddin el-Kasım Tugayları” ismini bu şahıstan almaktadır.
[3] Shaul Mishal ve Avraham Sela, The Palestinian Hamas: Vision, Violence and Coexistence, Columbia University Press, New York, 2000, s.16.
[4] Edgar O’Balance, The Palestinian Intifada, Macmillan Press Ltd., Londra, 1998, s. 51.
[5] Shaul Mishal ve Avraham Sela, s. 16.
[6] 1965’te tutuklananlardan biri de daha sonra Hamas’ın kurucu olacak olan Şeyh Ahmet Yasin’di. Shaul Mishal ve Avraham Sela, ss.16-17.
[7] Shaul Mishal ve Avraham Sela, ss.18-26.
[8] Edgar O’Balance, s. 51.
[9] Shaul Mishal ve Avraham Sela, s.18.
[10] Dilip Hiro, “The Rise of HAMAS (1)”, Middle East International, No 562, 7 Kasım 1997, ss. 17-18.
[11] Dilip Hiro, ss. 17-18.
[12] Dilip Hiro, ss. 17-18.
[13] Edgar O’Balance, s. 52.
[14] Dilip Hiro, ss. 17-18.
[15] Gary C. Gambill, “Sponsoring Terrorism: Syria and Hamas”, Middle East Intelligence Bulletin, Ekim 2002.
[16] Edgar O’Balance, s. 52.
[17] Dilip Hiro, “The Rise of HAMAS (2)”, Middle East International, No 563, 14 Kasım 1997, s. 19.
[18] Dilip Hiro, “The Rise of HAMAS (2)”, s. 19.
[19] Meir Litvak, “The Islamization of the Palestinian-Israeli Conflict:The Case of Hamas”, Middle Eastern Studies, Cilt 34 No 1, Ocak 1998, ss. 148-150.
[20] Meir Litvak, The Islamization of Palestinian Identity: The Case of Hamas, The Moshe Dayan Center Data and Analysis, Ağustos 1996.
[21] Meir Litvak, “The Islamization of the Palestinian-Israeli Conflict:The Case of Hamas”, ss. 148-149.
[22] Meir Litvak, “The Islamization of the Palestinian-Israeli Conflict:The Case of Hamas”, ss.154-156.
[23] İsrail’in, radikal Filistinli üst düzey kadrolara yönelik düzenlediği tüm suikast girişimleri için bkz: “Israeli Assassinations and Attempts”, Associated Press, 22 Mart 2004.
[24] Jean Luc Renaudie, “İsrail Hamas’ın Dini Liderini Ortadan Kaldırma Tehdidinde Bulunuyor”, Agence France Press (Byegm), 17 Ocak 2004.
[25] “İsrail Savunma Bakanı Militan İslam Örgütlerinin Liderlerini Öldürmekle Tehdit Etti”, Associated Press (Byegm), 2 Şubat 2004.
[26] Greg Myre, “Death of Sheik Raises Question Of Hamas Fate”, New York Times, 23 Mart 2004.
[27] “İsrail Yeni Suikast Girişimleri Planlıyor”, Associated Press (Byegm), 24 Mart 2004.
[28] “ABD Hamas’ın Etkisiz Hale Getirilmesini İstiyor”, Agence France Press (Byegm), 20 Nisan 2004.
[29] “40 İsrail Tankı Refah’a Girdi, Hamas'ın Bölge Lideri Öldürüldü”, Agence France Press (Byegm), 20 Mayıs 2004.
[30] “Hamas Komutanlarından Vael Nassar ve Yardımcısı Öldürüldü”, Anadolu Ajansı, 30 Mayıs 2004.
[31] “İsrail Helikopterlerinden Saldırı”, Ntvmsnbc, 9 Haziran 2004.
[32] Bunlar içinde Refah mülteci kampına düzenlenen operasyon en kapsamlı olanı olmuştur. Birçok devlet ve uluslar arası örgüt tarafından eleştirilen bu operasyonda onlarca Filistinli sivil ölmüş, yüzlercesi yaralanmış ve binlerce kişi de evsiz kalmıştır.
[33James Bennet, “Sharon's Gaza Strategy: Good for Hamas, or Israel?”, The New York Times, 26 Mart 2004.
[34] Hamas’ın sosyal yönü konusunda daha detaylı bilgi için bkz.: “Ahmad Yusuf, “Hamas is s Charitable Organization”, Middle East Quarterly, Cilt 5 No 1, Mart 1998.
[35] Arif Keskin ve Oytun Orhan, “Hedefteki Örgüt Hamas”, Haftalık Küresel Değerlendirme Bülteni, 19-23 Nisan 2004, ASAM internet sayfası, www.avsam.org.
[36] Yehuda Lukacs, “Washington Must Talk to Hamas Albeit Conditionally”, The Daily Star, 27 Mayıs 2004.

Monday, July 12, 2004

Türkiye-Suriye-İran İttifakı Mümkün mü?

Bugünlerde diplomatik trafik açısından Ankara’da yoğun günler yaşanmaktadır. 13 Temmuz 2004 günü Suriye Başbakanı Muhammed Naci Otri ve İsrail Başbakan Yardımcısı Ehud Olmert resmi görüşmeler yapmak üzere Ankara’ya geldiler. Bu arada basında yoğun biçimde yer almamakla birlikte Türk-İran Güvenlik Komitesi toplantısı da Ankara’da devam etmektedir. Ayrıca önümüzdeki hafta İran İçişleri Bakan Yardımcısı Ali Afger Ahmedi başkanlığındaki bir heyet de Ankara’ya gelecektir. Birbirleriyle sorunlu Orta Doğu’nun üç ülkesinin üst düzey yöneticilerinin bölgede kendileri açısından büyük önem taşıyan Türkiye’ye düzenledikleri bu ziyaretlerin birbirlerine çok yakın zaman dilimleri içerisinde gerçekleşmesinin yanında son dönemde ortaya çıkan bazı gelişmeleri takiben yapılıyor olması ziyaretlerin önemini bir kat daha artırmaktadır. Öncelikle Türkiye-İsrail ilişkileri bir ittifak içerisinde devam etmesine rağmen son dönemde gergin bir seyir izlemektedir. İsrail’in, radikal Filistinli gruplara yönelik uyguladığı suikast eylemleri, son Refah mülteci kampı operasyonu Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından ciddi şekilde eleştirilmiş hatta İsrail’in politikaları “devlet terör”ü olarak tanımlanmıştı. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Suriye Başbakanı ile görüşürken İsrail Başbakan Yardımcısı’na randevu vermemesi İsrail’in son dönem politikalarından duyulan rahatsızlığın bir ifadesi olarak da acaba yorumlanabilir mi? Aradaki gerginliğin esas nedeninin İsrail’in Kuzey Irak’ta yürüttüğü iddia edilen faaliyetlere ilişkin haberler ve bilgiler olduğu bilinmektedir. İkinci önemli konu geçtiğimiz hafta içerisinde Suriye Devlet Başkanı Esad’ın İran’a gerçekleştirdiği ziyaret olmuştur. (Bkz.-Orta Doğu Günlük Değerlendirme-6 Temmuz 2004) Bu ziyaret sırasında da iki ülke arasında özellikle İsrail’in Kuzey Irak’taki faaliyetlerine ilişkin görüşmeler yapılmış ve bu durumun iki ülke güvenliğine tehlike oluşturduğu vurgulanmıştı. Bu ziyareti takiben iki ülkeden üst düzey yetkililerin Türkiye’ye gelmesi bölgede kendi ortak politika arayışlarına Türkiye’yi de dahil etme çabası olarak yorumlanabilir.

Suriye ile yapılan görüşmelerde ekonomik konular ön plana çıkmıştır. Suriye Başbakanı Otri, görüşmeler sonrası yaptığı açıklamada son dönemde ekonomik ilişkilerde büyük ilerlemeler sağlandığını ve bunun siyasal alana daha fazla yansıması yönündeki isteğini dile getirmiştir. Görüşmelerde İsrail-Filistin meselesi, Irak, Orta Doğu’da reform konuları ele alınmıştır. 1998 yılında terör konusunda iki ülke arasında sağlanan işbirliği sonrasında gelişmeye başlayan ilişkiler, Irak Savaşı’yla beraber yeni bir boyut daha kazanmış, Irak’a ilişkin ortak kaygılar iki ülkeyi birbirine daha da yakınlaştırmıştır. İsrail’in Kuzey Irak’taki faaliyetlerine ilişkin iddialar farklı açılardan da olsa iki ülkeyi rahatsız etmekte ve ortak politika arayışına itmektedir. Türkiye, İsrail’in Kuzey Irak’ta Kürtleri desteklemesinden son derece rahatsız olurken Suriye bununla beraber, İsrail’in bölgede toprak alımıyla nüfuz alanını genişletmesinden ve bölgede Suriye ve İran’a karşı istihbarat faaliyetlerini yoğunlaştırmasından rahatsızlık duymaktadır. Bölgede kendisi için en önemli tehdit olarak gördüğü İsrail’in hemen yanı başında faaliyetlerde bulunması ve etkinlik kazanması Suriye’yi oldukça rahatsız etmektedir. Suriye’nin temel kaygısı Kürtlerin desteklenmesinden çok bölgede İsrail’in güç kazanmasıdır. Aynı kaygıların İran için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Yani İsrail’in Kuzey Irak’taki faaliyetleri her üç ülkeyi rahatsız ettiği gibi bu ülkeleri de birbirlerine daha çok yakınlaştırmaktadır.

Sonuç olarak; Irak Savaşı sonrasında, ABD’yle sorun yaşayan İran ve Suriye zor bir konuma girmiştir. İsrail’le de sorunlu olan bu ülkeler, bölgede yalnızlık içerisine düştükleri bir gerçektir. Bu koşullar, eskiden beri iyi ilişkilere sahip olan bu iki ülkeyi Irak bağlamında ortak politika arayışına daha fazla itmiştir. Bu noktada Türkiye büyük önem arz etmektedir. Bu iki ülke ittifak sistemleri içerisine kaçınılmaz olarak Türkiye’yi çekmeye çalışmaktadırlar. Türkiye’nin bu sürece dahil edilmesinin uygun koşulları da bulunmaktadır. Irak’a ilişkin kaygılar bu üç ülkeyi yakınlaştırmaktadır. Ancak burada önemli olan konu; ABD’yle ve İsrail’le yakın ilişkileri bulunan Türkiye’nin bu ittifak içerisinde etkin rol oynayıp oynamayacağıdır. Belirleyici olacak faktör ise, İsrail’in Kuzey Irak bağlamında bundan sonra uygulayacağı politikalar olacaktır. İsrail Türkiye’nin kaygılarını dikkate alırsa acaba Türkiye bu ittifak sistemi içerisinde ne dereceye kadar yer alacaktır, İran ve Suriye’yle yakın ilişkiler sürdürülürse İsrail’le Türkiye’nin ilişkileri nasıl bir boyut kazanacaktır? Bu sorular öncelikli olarak ve uzun zaman zihinleri kurcalayacak sorular olarak görülmektedir. Ayrıca İsrail Türkiye’yi Kuzey Irak’ta rahatsız eden faaliyetlerine devam ederse, İran ve Suriye’nin dışında da Türkiye’nin bölgede daha fazla taraftar bulma arayışı içerisine gireceği de söylenebilir.