Lübnan, Irak ve İsrail-Filistin’le beraber Orta Doğu’nun temel çatışma alanlarından birine dönüşmüştür. Son iki yılda Lübnan dört kez dünyanın gündemine oturmuştur. Refik Hariri suikastı, Suriye’nin Lübnan’dan askerlerini çekmesi, İsrail-Hizbullah Savaşı ve şimdi de dört milyon nüfuslu ülkede Hizbullah’ın kimi zaman iki milyona varan kalabalığı arkasına alarak düzenlediği gösteriler bunun göstergesidir. Mezheplerarası kutuplaşmanın yoğunlaşması, gösterilerin zaman zaman şiddet içermesi, iktidar alanında yeni bir güç mücadelesinin ortaya çıkması “iç savaş” tartışmalarını beraberinde getirmiştir. Türk askerleri Lübnan’da bulunduğu için, Lübnan’daki gelişmeler Türkiye açısından da ayrı bir önem taşımaktadır.
Lübnan’daki krizi ve iç savaş tartışmalarını Lübnan’la sınırlı tutmak konuyu anlamak için yetersiz olacaktır. İç çelişkiler belirleyici olmakla beraber, onu tamamlayan dış etkenler anlaşılmadan ve krize bölgesel hatta küresel ölçekte bakmadan yapılacak bir analiz eksik kalacaktır. Lübnan’daki krizin içeriği konusunda çok genel olarak şöyle söylenebilir: Lübnan krizi, Irak Savaşı sonrası Orta Doğu’nun değişen yapısının, İsrail-Hizbullah Savaşı sonrasında Lübnan’da kutuplaşmaların artmasıyla birleşmesi sonucu ortaya çıkan bir süreçtir. Bu nedenle kriz iki açıdan da analiz edilmeye çalışılacaktır. Bölgesel boyutun ele alındığı birinci kısımda krize, Orta Doğu’da özellikle Irak Savaşı sonrası değişen durumun bir uzantısı olarak bakılacaktır. İkinci kısımda iç dinamikler açısından bir değerlendirme yapılmaya çalışılacaktır. Daha sonraki bölüm, sıkça tartışılan “iç savaş senaryoları” üzerine olacaktır. Son kısımda ise Lübnan’daki gelişmelere Türkiye’nin nasıl bakması ve pozisyon alması gerektiği tartışılacaktır.
Irak Savaşı Sonrası Orta Doğu’nun Yeni “Gerçeği”: “Şii Hilali”
“Şii Hilali” ile kast edilen; İran ile başlayıp, Lübnan’a uzanan içine Irak, Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’ı alan Şii coğrafyasıdır. “Şii Hilali”nin bir korkutma aracı mı yoksa gerçeklik mi olduğundan öte konunun bölgede bir siyasal değişimi işaret ettiğine şüphe yoktur.[i] Orta Doğu’da çatışma Şii-Sünnî ekseninde yürünüyor gibi görünse de sorun politik güç mücadelesidir.[ii] Bu siyasal değişim Lübnan kriziyle doğrudan ilgilidir. Orta Doğu’da artan Şii-Sünni kutuplaşmasının bir uzantısı Lübnan’da yaşanmaktadır. Bu kutuplaşma bir taraftan Lübnan içi çelişkileri artırırken diğer taraftan bölge ülkelerini Lübnan’daki sorunun tarafı yapmakta, krizi derinleştirmektedir.
Irak’ta Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasıyla beraber bölgesel dengeler alt-üst olmuştur. Irak’ta yapılan seçimler sonrasında ilk kez Şii Araplar iktidar alanına en etkin güç olarak girmiştir. Irak’ta güç dengeleri değişmiş, ülkenin Sünni Arap kimliği ortadan kalkmıştır. Bu bir anlamda Orta Doğu’daki güç dengesinin yeniden tanımlanması anlamına gelmektedir. Köklü değişim yerleşik “Sünni Arap rejimlerini” tehdit etmeye” başlamıştır. Bu da bölgenin Sünni rejimlerini kaygılandırmıştır. Esasen bu rejimler için Şiiliğin yükselişi tek başına bir kaygı nedeni değildir. Sorun Şiilikle beraber artan İran etkisi ve yine Şiilik temelinde yükselen radikal İslam’dır.[iii] Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün bu ülkelerin başında gelmektedir. Aralık 2004 tarihinde Ürdün Kralı Abdullah ilk kez “Orta Doğu’da ‘Şii Hilali’nin ortaya çıkışından duyulan kaygıları” dile getirmiştir. Bunun ardından Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek Nisan 2006 tarihinde “Şiilerin büyük çoğunluğunun yaşadıkları ülkeden çok İran’a bağlı olduklarını” söylemiştir.[iv] Bu zincirin son halkası olan İsrail-Hizbullah Savaşı sırasında Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün liderlerinin İsrail yerine Hizbullah’ı eleştiren açıklamaları olmuştur. Bu eleştiriler kuşkusuz İsrail’e duyulan sempatiden çok, “Şii Hilali”nin pekişmesi ve İran destekli Hizbullah’ın artan etkinliğinden duyulan çekinceden kaynaklanmaktaydı.[v]
Bu ülkeler esasen Lübnan’dan çok Irak’taki gelişmelerden rahatsızdır. ABD’nin çekilmesiyle İran etkisinin artacağını, Sünni Arapların risk altına gireceğini ve bölgede güç dengelerinin bozulacağını düşünmektedirler. Bu kaygıları en açık biçimde Suudi Arabistan Hükümet Danışmanı Nawaf Obaid, Washington Post’ta çıkan yazısında belirtmiştir. Obaid, “ABD’nin Irak’tan çekilmesinin ilk sonucunun Irak’a Suudi Arabistan müdahalesi olacağını” açıklamıştır. Yazıda ülkesinin “İran destekli Şii militanların Sünnileri yok etmesini engellemek için aynen İran’ın yaptığı gibi Sünnilere para ve silah desteği vereceğini” belirtmiştir.[vi] Diğer bir Suudi yetkili de “ABD politikalarının bölge gerçeklerine ve tarihsel dengelere uygun olarak şekillenmesi gerektiğini” söylemiştir.[vii] Bu diplomatik ifadenin açılımı, bölgenin Sünni karakterinin Şiilik ve güç dengesinin de İran lehine bozulmasına ABD’nin izin vermemesidir.
Bu çerçevede, Hizbullah’ın artan etkinliği Orta Doğu’nun geleneksel güç dengelerine ve statükoya bir meydan okuma olarak görülmektedir. Örgüt, Tahran’ın bölgesel hegemonya arayışının önemli unsurlarından biri ve tehlikeli şekilde büyüyen Şii bloğunun parçası olarak görülmektedir. Bu nedenle İran ve Suriye ile beraber Arap devletleri de Lübnan’daki gelişmelere taraf olmakta ve karışmaktadır. Bu da tek başına Lübnan için bir çözümü imkânsız kılmaktadır.
Lübnan Krizine Giden Yol
İsrail-Lübnan Savaşı’nın Sonuçları
Diğer savaşların aksine İsrail-Hizbullah Savaşı’nda kazananın ve kaybedeninin kim olduğunu söylemek çok mümkün değildir. Esasen her iki tarafın da kayıplar verdiğini ve bazı kazanımlar elde ettiğini söylemek doğru olacaktır. Burada savaşın bölgesel ya da İsrail açısından sonuçlarına girilmeyecektir. Çalışma için önem taşıyan kısım Lübnan iç politikasına etki eden sonuçlardır. Bunları kısaca dört başlık altında toplayabiliriz: Kamplaşmanın artması, Hizbullah’ın güçlenmesi, hükümetin zayıflaması, Suriye-İran güçlenirken ABD ve İsrail karşıtı duyguların güçlenmesidir.
Savaşın başında Şiiler dahil olmak üzere Lübnanlıların büyük çoğunluğu ülkeyi gereksiz, maliyetli ve haksız bir savaşa sürüklediği için Hizbullah’a kızıyordu. İsrail de aynen bu düşünceyle halkın Hizbullah’a karşı dönmesini umuyordu. Fakat bu strateji geri tepti. İsrail’in savaş stratejisi bunda en büyük etkendi. İsrail, Hizbullah yerine tüm ülkeyi yok etmeye girişince savaş başındaki görüşler tersine dönmeye başladı.[viii] İsrail Hava Kuvvetleri, savaş sırasında yaklaşık bir milyon Güney Lübnanlı ve Güney Beyrutlu Şii’nin evlerinden sürülmesine neden oldu. Şii bölgelerin dışındaki yerleri de bombaladı. Sivillere yönelik çok yoğun saldırılar gerçekleştirdi. Ülke ekonomik anlamda çökertildi (4 milyar dolara yakın olduğu belirtilmektedir), altyapıya (yollar, iletişim, enerji ve su altyapısı) büyük zararlar verdi. Her geçen gün somut kayıplarla karşılaşan halkın İsrail’e nefreti artmaya başladı.[ix] Hatta Şiiler dışındaki mezhepler arasında da Hizbullah’ı, direnişi destekleyenler çoğaldı. Lübnan’daki Hizb-ul Tahrir ve Hizb-ul Tevhit gibi örgütlü Sünni hareketler direnişe destek vermeye başladı.[x] Hizbullah’ın asker kaçırma eylemini, o sırada büyük baskı altında olan Filistinlileri ve HAMAS’ı rahatlatmak amacıyla düzenlemiş olması da, Sünnilerin sempatiyle yaklaşmasına neden oldu.
Savaş Hizbullah’ın gücünü ve popülaritesini sadece Lübnan’da değil tüm Arap dünyasında artırmış ve İsrail’e karşı mücadele edebilecek tek Arap gücü olduğunu göstermiştir. Şu anda Lübnan’da hatta Arap dünyasında bile, Hizbullah lideri Nasrallah, “Yeni Milenyumun Nasır”ı ya da “Yeniden Doğan Che Guevara” olarak görülmektedir.[xi]
Nasrallah daha önceki açıklamalarında, İsrail bir tehdit olmaktan çıkmadıkça ya da Lübnan’ı ve Lübnanlıları koruyacak güçlü, yeterli ve adil bir devlet mekanizması oluşturulmadıkça direniş ve silah bırakma meselesine çözüm getirilemeyeceğini söylüyordu.[xii] Savaş iki açıdan da Hizbullah’ın pozisyonunu desteklemiştir. Öncelikle savaşla birlikte İsrail tehdidinin varlığı ve boyutu görülmüştür ve bu da Hizbullah’ı güçlendirmiştir. Diğer açıdan Lübnan devletinin, ordusunun zayıflığı açıkça görülmüştür.
Hizbullah, yeniden inşa sürecinde İran finansmanı ile aktif rol almış, bu konuda da hükümeti geride bırakmıştır. Evleri, işleri yıkılan insanlara yeniden inşa için 10.000’er dolar verilmiştir.[xiii] “Rüşvetle kirlenmiş, etkisiz hükümete”[xiv] karşı Hizbullah’ın çabaları halkın gözünde popülaritesini artırmıştır. Hizbullah’ın yardımlarına karşılık ABD, Lübnan’a sadece 230 milyon dolarlık yardımda bulunmuştur. Bu da savaşın yaklaşık dört milyar dolarlık zararını karşılamaktan çok uzak bir rakamdır.[xv] Ayrıca bu paraların hükümet tarafından etkin biçimde kullanılamaması da Hizbullah’ı güçlendirmiştir. Her ne kadar askerî kayıplar verse de ve Güney Lübnan’daki stratejik konumunu kaybetmiş olsa da, Hizbullah’ın siyasi ve psikolojik bir zafer kazandığı kesindir.
Buna karşılık savaş, Suriye karşıtı cepheyi (14 Mart Koalisyonu) zayıflatmıştır. ABD’nin savaş sırasındaki tutumu ve hükümetin ABD’ye ılımlı yaklaşımı, halkı bu cepheden soğutmuştur. Bunun da ötesinde savaş, ülkedeki tüm gruplara hükümet ve ordunun ülkeyi dış tehditlere karşı koruma kapasitesine sahip olmadığını göstermiştir. Özellikle Şiiler, savaş sırasındaki icraatlarından dolayı hükümete son derece kızgındır. Hükümet, Güney Lübnan’ı boşaltma ve evlerinden çıkmak zorunda kalanlara yardım etme konusunda çok az çaba sarf etmiştir.[xvi] Lübnan’da İngilizce yayımlanan Daily Star gazetesinde çıkan bir yazıda Hizbullah ve hükümetin savaş performansları kıyaslanırken şu ifadeler kullanılmaktadır: “Hizbullah’ın insanı hayrete düşüren hızlı, etkin çalışması ve profesyonelliğine karşı, etkisiz ve rüşvete bulanmış siyasal sınıf”.[xvii]
Hizbullah’ın “zaferi” Lübnan’da Suriye ve İran’ın da elini güçlendirmiştir. Bu da daha önce kaybedilen siyasal gücün yeniden kazanılması için uygun ortam yaratmıştır. Hizbullah hükümetten çekilerek bu yöndeki girişimlerini başlatmıştır. Devam eden gösterilerin amacı hükümeti düşürmek, seçime zorlamak ya da en azından meşruiyetini azaltarak zayıflatmaktır. Buna karşılık, ABD Lübnan içindeki güvenilirliğini kaybetmiştir. Sinyora Hükümetini güçlendirmek ve Hizbullah’ı zayıflatmak düşüncesiyle uzun süre ateşkes çağrısı yapmayan ABD, Lübnan’daki yıkımın ve sivil kayıpların bir diğer nedeni olarak görülmüştür.
İç Dengeler Yeniden Şekilleniyor
Refik Hariri suikastı sonrası oluşan ortam ve halkın Suriye karşıtlığı temelinde sokaklara dökülmesi, Hizbullah ve Suriye’nin konumunu zayıflatmıştı. Hemen sonra yapılan parlamento seçimlerinden 14 Mart Koalisyonu büyük bir zaferle çıkmış ve iç savaştan bu yana ilk kez Suriye karşıtları çoğunluğu ele geçirmişti. Hükümet de Refik Hariri’nin yakın arkadaşı ve eski ekonomi bakanlarından Fuat Sinyora başkanlığında kurulmuştu. Böylece, Suriye askerlerinin ve istihbaratının Lübnan’dan çekilmesinin ardından siyasal yapı da Suriye’nin kontrolünden çıkmış oluyordu. İsrail-Hizbullah Savaşı, ülkede güç dengelerinin yeniden belirlenmesine neden oldu. İkinci kısımda belirtilen Hizbullah’ın güçlenmesi, hükümetin zayıflaması gibi sonuçlar, siyasal yapının kontrolü için yeni bir mücadeleyi gündeme getirdi. Esasen Lübnan’da ortaya çıkan kriz bir açıdan, bu yeni güç paylaşımının bir sonucudur.
Lübnan temel olarak ikiye bölünmüş durumdadır. Bir taraf 14 Mart Koalisyonu olarak bilinen gruptur. Adını Hariri suikastı sonrasında halkın sokaklara döküldüğü tarihten almaktadır. Diğer cephede, Hizbullah ve işbirliği yaptığı Mişel Aoun’un “Özgür Milliyetçi Hareketi” (ÖMH) bulunmaktadır.
14 Mart Koalisyonu çok genel olarak; Sünniler, Dürziler ve Hristiyanların çoğunluğundan oluşmaktadır. Bu grup şu anda iktidardadır. Temel yaklaşımları şu şekilde özetlenebilir: Suriye ve İran karşıtlığı, Batı özellikle ABD yanlılığı, Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını savunma, 1701 nolu BM kararına tam bağlılık, Uluslararası Barış Gücü’yle işbirliği. Saad Hariri ve Fuat Sinyora liderliğindeki kesim Batı’yla beraber Sünni Arap rejimlerinin de desteğini arkasına almış durumdadır.[xviii]
14 Mart koalisyonunun en güçlü grubu, Saad Hariri liderliğindeki Sünniler ve “Gelecek Hareketi”dir. Hariri’nin özellikle Suudi Arabistan’la yakın ilişkilerinin bulunması, Şiilerin arasında “Suudi kraliyet ailesinin vekili” olarak görülmesine neden olmaktadır. Bu nedenle Hariri ve Sünnilere çok mesafelidirler. Suudi Arabistan’ın Irak, Afganistan ve Pakistan’da Şiilere karşı Sünni İslamcı radikalizmi desteklemesi, Hariri’nin Lübnan’daki radikal Sünni İslamcılarla yakın ilişkisi Hariri/Suudi eksenine olan güvensizliği pekiştirmektedir.[xix]
Hristiyanlar ise ikiye bölünmüş durumdadır. Bir taraf Samir Geagea liderliğindeki “Lübnanlı Güçler”i desteklemektedir. Bunlar 14 Mart Koalisyonu içinde yer almaktadır. Diğer taraf Mişel Aoun’un liderliğindeki ÖMH’yi desteklemektedir. Bu hareket muhalefet cephesi içindedir.
Muhalefet temel olarak Hizbullah liderliğindeki Şiilerin ve Hristiyanların bir kısmının desteklediği ÖMH’den oluşmaktadır. Hristiyanların hepsi Suriye karşıtı değildir. Beyrut Araştırma ve Enformasyon Merkezi’nin yaptığı kamuoyu araştırmasına göre Hristiyanların yüzde ellisi Sinyora Hükümetinin meşruiyetini kaybettiğini düşünmektedir.[xx] Hristiyanlar arasında ülkenin Sünni/Suudi etkisinin artmasından çekinenler vardır. Aoun’un Hizbullah’la işbirliğinin altında yatan biraz da bu ortak kaygılardır. Yine aynı araştırmaya göre Hristiyanların çoğu (yüzde 77) Aoun’un Hizbullah’la işbirliği arayışlarını desteklemektedir.[xxi] Mişel Aoun’un tabanını hükümetten rahatsız, Sünni/Suudi etkinliğinden çekinen Hristiyanlar oluşturmaktadır. Bu cephe İran ve Suriye tarafından desteklenmektedir. Şubat 2006’da Aoun ve Nasrallah, Hariri’nin siyasal gücünü zayıflatmak için bir anlaşma imzalamıştır. Mişel Aoun’un muhalefet cephesinde yer alması Hizbullah’a muhalefetin sadece Şiilerden oluşmadığını göstermek ve Suriye tarafından desteklendiği iddialarını çürütmek için fırsat vermektedir.
Krizin Kronolojisi
Lübnan’da krizin ilk işaretleri Kasım 2006’da Hizbullah’ın hükümetteki üyelerinin istifasıyla verilmiştir. Bu istifanın arkasında yatan gerekçe, hükümetin Hariri suikastı için uluslararası mahkeme kurulmasını destekleyen bir karar almaya çalışmasıdır. Hizbullah karar alınmadan önce istifa etmiştir. Sorun, Hizbullah’ın hükümetin aldığı kararları veto edecek çoğunluğa sahip olmamasıdır. Bir kararın veto edilebilmesi için üçte bir çoğunluğa bir kişinin daha eklenmesi gerekmektedir. Yani 24 kişilik kabinede 9 kişiye ulaşılması gerekmektedir. Hizbullah ve Suriye’yi destekleyenlerin sayısı ise 6’dır. Çatışmanın temelinde bu yatmaktadır. Hizbullah, savaş sonrası artan gücünü politik güce dönüştürmek istemektedir. Hükümetse bunu kesinlikle kabul etmemektedir.
İstifalardan bir hafta sonra, Endüstri Bakanı Piyer Cemayel bir suikasta kurban gitmiştir. Cemayel, Lübnan’ın önde gelen Hristiyan Maruni ailelerinden ve eski Devlet Başkanı Emin Cemayel'in oğlu, aynı zamanda 1982 yılında öldürülen Devlet Başkanı Beşir Cemayel'in yeğeni ve Suriye karşıtı bloğun önde gelen isimlerinden biriydi. Cemayel ailesinin geçmişi ve Piyer Cemayel’in Suriye karşıtı söylemleri daha öncekilerde olduğu gibi saldırının arkasında Suriye’nin olma ihtimalini gündeme getirdi. Refik Hariri suikastı sonrasında olduğu gibi büyük kalabalıklar Suriye karşıtı söylemlerle sokağa döküldü. Bu sefer Hizbullah ve Suriye’yi destekleyenler hemen karşı gösteri düzenledi. Bu muhtemelen Lübnan tarihinin en büyük protesto gösterisiydi. Ülke nüfusunun dört milyon civarında olduğunu ve göstericilerin zaman zaman iki milyona ulaştığını düşünürsek gösterilerin boyutu açıkça anlaşılabilir. Protestolar yaklaşık iki hafta sürdü. Kalabalık, Başbakan Fuat Sinyora’nın istifasını ve bir “Ulusal Birlik Hükümeti” kurulmasını istiyordu. Gösteriler sırasında bir Şii’nin öldürülmesi ülkede yeniden bir iç savaş mı yaşanacak endişelerini gündeme getirdi.
Krizin arka planında kuşkusuz İran ve Suriye desteği de vardır. Hizbullah’la beraber bu ülkeler de uzun süredir Sinyora Hükümetini devirmeye çalışıyordu. Siyasal yapının Saad Hariri liderliğindeki Suriye karşıtı bloğa geçmesi, dengeleri Suriye, İran ve Hizbullah aleyhine değiştirmişti. Hükümetin düşmesi ve sürecin tersine dönmesi isteniyordu. Hizbullah, hükümeti düşürdükten sonra kendisinin tamamen etkin olduğu bir hükümet kuramayacağını bilmektedir. Hizbullah sadece mevcut hükümet içinde daha güçlü bir pozisyon ve veto hakkı arayışındadır. Muhalefet cephesi Sinyora Hükümetini düşürebilirse, Lübnan’da güç dengeleri ABD aleyhine, Suriye-İran lehine değişecektir.
İç Savaşa Doğru (mu?)
Lübnan, Orta Doğu’nun siyasal açıdan en karmaşık ve dinî olarak en bölünmüş ülkesidir. Bu da Orta Doğu gibi istikrarsız bir coğrafyada Lübnan’ı her zaman patlamaya hazır bir bomba haline getirmektedir. Lübnan’da iç savaş için uygun ortamın oluşmasını sağlayan dört temel etken olduğunu söyleyebiliriz. Öncelikle kuşkusuz Lübnan’ın kendi içinde bölünmüş olması ve bir “Lübnanlı” kimliğinin eksikliği en büyük etkendir. Kendini mezhep temelinde tanımlayan ve bir grubun güçlenmesini kendine tehdit olarak algılayan topluluklar söz konusudur. İkinci etken, bölgesel hatta küresel aktörlerin Lübnan’daki çatışmalara taraf olmasıdır. Buna imkân tanıyan da Lübnan’ın kendi içindeki bölünmüşlüğüdür. Bu parçalanma dış güçlerin müdahalesine uygun ortam yaratmaktadır. Bölgesel güç mücadelelerini Lübnan üzerinden yürütmektedirler. Merkezî hükümetin ve devletin zayıflığı ile buna bağlı olarak her toplumun kendi güvenliğini sağlama arayışına girerek silahlanması diğer önemli etkenlerdir. Son gösteriler Lübnan halkının ne kadar birbirinden koptuğunu ve bunun silahlı mücadeleye dönüşme potansiyeli olduğunu açıkça göstermiştir.
Lübnan’da korkulan, Hizbullah’ın güç gösterisinin diğer toplumlarda güçlü bir tepki yaratması ve krizin hızlı bir şekilde iç savaşa dönüşmesidir. Lübnan Genelkurmay Başkanı Mişel Süleyman, “Hizbullah’ın Beyrut’taki gösterileri başka şehirlerde de düzenlemesi durumunda ordunun durumla baş edemeyeceğini” ifade etmektedir.[xxii] Gerçekten de iç savaş riski bulunmaktadır. Yukarıda sıralanan iç savaş şartlarına en kötümser açıdan yaklaşırsak kısaca şu değerlendirmeler yapılabilir:
a- Bölünmüşlük
Lübnan’ın tarihsel olarak bölünmüşlüğü zaten bilinmektedir. Ancak, Suriye askerlerinin ülkeden çekilmesi ve ülkenin “tek patronu” olmaktan çıkması, meydana gelen güç boşluğunu doldurmak için mezheplerarası mücadeleyi yeniden gündeme taşımıştır. Bunun yanında İsrail’le savaş yine ülke içindeki kutuplaşmaları körüklemiştir. Bölgesel boyutta da Şii-Sünni çatışmasının artması Lübnan’daki gelişmeleri etkilemiştir. Ülke iki eksende bölünmüş durumdadır. Politik düzlemde Suriye karşıtları ve yanlıları şeklinde bir ayrım vardır. Mezhepsel olarak ise temel çelişki Şiiler ile Sünniler arasındadır.
b-Dış Müdahale
Irak Savaşı sonrası Orta Doğu’nun değişen yapısı Lübnan’ı da doğrudan etkilemeye başlamıştır. Irak’ta oluşan boşluğu doldurmak için bölgesel güçlerarası yeni bir mücadele doğmuştur. Bu mücadele temel olarak Şii-Sünni çatışması ekseninde yürümektedir. Mücadelenin bir ayağını Lübnan oluşturmaktadır. Bölgesel güçlerin mücadelesi kızıştıkça Lübnan’daki gelişmelere de doğrudan taraf olmaya başlamışlardır. İran ve Suriye’nin Lübnan’a etkisi zaten bilinmektedir. Ama artık ABD de Lübnan’daki gelişmelerde taraftır. Buna İsrail ile birlikte, İran’dan, Şiilikten ve radikal İslam’dan çekinen Sünni Arap rejimlerini eklememiz gerekmektedir.
c-Devletin Zayıflığı
İsrail-Lübnan Savaşı ülkedeki tüm gruplara, hükümetin ülkeyi dış tehditlere karşı koruma kapasitesine sahip olmadığını göstermiştir. Bırakın dış tehditleri içeride Hizbullah gibi güçlü örgütlere karşı bile tedbir alamamaktadır. 1975 iç savaşının ortaya çıkışındaki en büyük etkenlerden biri de Lübnan devletinin zayıflığı idi. Devletin, hükümetin kendilerini koruyamadığını düşünen gruplar kendi bağımsız silahlı milis güçlerini oluşturmaya başlamıştı.[xxiii] Son savaş sırasında ortaya çıkan hükümetin zayıflığı bu süreci yeniden tetikleyebilir.
d-Silahlanma
Hizbullah’ın, İran ve Suriye yardımıyla sahip olduğu silahlı güç karşısında, diğer bazı mezhep topluluklarının ulusal ordudan bağımsız kendi silahlı güçlerini oluşturmaya başladığı ifade edilmektedir. Esasen Şiiler dışındaki diğer toplumların iç savaştan kalma cephanelikleri bulunmaktadır. Ancak Hizbullah’la kıyaslanınca bunlar çok zayıf kalmaktadır. Bir olasılık, gerginliğin tırmanması durumunda diğer toplumların da çok kısa sürede silahlanması ve dış destek almalarıdır. Hristiyanlar eskiden olduğu gibi İsrail tarafından desteklenebilir. İran ve Şiiliğin yükselişinden çekinen Suudi Arabistan’ın da Sünnilere destek konusunda istekli olması beklenebilir. Bu mücadeleye Orta Doğu’nun Sünni radikal İslamcıları da katılabilir ve Lübnan küçük bir Irak’a dönüşebilir.[xxiv] Buna ek olarak El Kaide de Irak’tan sonra kendine yeni bir savaş alanı bulmuş olur ve mücadeleye katılabilir. Böylece 1975 yılında başlayan iç savaştaki Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) işlevini El Kaide üstlenebilir. Lübnan istihbaratı kısa zaman önce bir Filistinli mülteci kampı içinde, 36 üst düzey Lübnanlı politikacının ölüm listesiyle beraber 200 radikal İslamcıyı ele geçirmiştir. Bunun dışında Lübnan’da El Kaide hücrelerinin bulunduğuna dair haberler de yer almaktadır.
Bu kötümser yaklaşımdan yola çıkarak Lübnan’da bir iç savaşın yakın olduğu değerlendirmesine ulaşmak çok doğru olmayacaktır. Sadece şu söylenebilir: İç savaşın çıkması yönünde şartlar olgunlaşmaktadır. Ama şartlar bir iç savaş çıkmasına neden olacak boyutlara ulaşmamıştır. İç bölünmenin arttığı doğrudur. Ancak hiçbir toplum veya örgüt (Hizbullah da dahil) uzun yıllar süren iç savaştan görülen zararlardan sonra ülkenin yeniden savaş ortamına girmesini istememektedir. Silahlanma açısından bakıldığında, her ne kadar Hizbullah dışında yeni silahlanma çabaları olsa da hiçbirinin Hizbullah ile mücadele gücü yoktur. Hizbullah’ın askerî üstünlüğü diğer gruplarla asimetriktir. Hiçbir silahlı güç, örgütle açık bir mücadeleye girme kapasitesine sahip değildir. 1975 yılında iç savaşın çıkışında çok önemli bir etken olan FKÖ gibi “devlet içinde devlet” tanımlamasına uyabilecek bir unsur bulunmamaktadır. Silahlanma başlığı altında tartışılan “El Kaide yeni FKÖ olabilir mi?” sorusunun şimdilik yanıtı çok zor verilebilir. El Kaide ve silahlı Sünni İslamcı hareketlerin varlığı yönünde haberler olsa da, bunların şu aşamada o yılların FKÖ gücünden çok uzakta olduğunu söylemek gerekir. Devletin zayıflığı konusunda ise, hükümetin Batı (özellikle ABD) tarafından yoğun olarak desteklendiği belirtilmelidir.[xxv] Ayrıca Uluslararası Barış Gücü’nün de hükümeti ve Lübnan ordusunu desteklemek üzere orada bulunduğunu eklemek gerekir. Yani çok genel olarak iç savaş açısından riskin varlığını ve şartların o yöne doğru gittiğini kabul etmekle beraber, henüz şartların tam olarak oluşmadığı değerlendirmesinde bulunmak doğru olacaktır.
Sonuç Yerine: Türkiye, Lübnan Krizinin Neresinde ve Ne Yapmalı?
Türkiye Lübnan’daki krize ve gelişmelere iki açıdan yaklaşmalıdır. Her şeyden önce uluslararası barış gücüyle beraber Türk askerlerinin güvenliği ve başarısı dikkate alınmalıdır. İkincisi, Türkiye Lübnan’daki çatışmaların büyüyerek iç savaşa dönüşmesini, bunun da Orta Doğu genelinde Şii-Sünni çatışmasını körüklemesini önlemek için politika üretmelidir.
Türkiye için felaket senaryosu herhalde şu şekildedir: “Fuat Sinyora Hükümeti düşürülmüş, Hizbullah siyasi yapıda etkin bir konuma yükselmiştir. Suriye ve İran ülkedeki etkinliklerini pekiştirmiştir. Gelişmelerden çekinen Sünniler ve Hristiyanlar silahlanmaya başlamıştır. İran’dan ve Hizbullah’ın yükselişinden çekinen Sünni Arap ülkeleri Lübnan’daki gelişmelere aktif olarak katılmaya ve yakın gördüğü tarafları desteklemeye başlamıştır. Ülke bir iç savaşa doğru gitmektedir. Barış gücü askerlerine yönelik tehditler artmış hatta nereden olduğu belli olmayan ve çok sayıda askerin öldüğü bir eylem düzenlenmiştir. Barış gücü büyük bir başarısızlık sonucunda geri çekilmek zorunda kalmıştır.”
Barış Gücü ve Türk askerinin güvenliği açısından bakacak olursak şöyle bir değerlendirme yapılabilir. Krizden Hizbullah güçlenerek çıkarsa, Sinyora başbakan olarak kalsa bile hükümet ile BM Barış Gücü UNIFIL arasındaki işbirliği zarar görecektir.[xxvi] Bu da UNIFIL’ın başarı şansını azaltacaktır. Hizbullah, siyasal yapıda yeniden etkinlik kazanmasının ardından muhtemelen bir sonraki hedefini Güney Lübnan’ı yeniden ele geçirmek olarak belirleyecektir. Bu doğrultuda, barış gücüne yönelik sözlü tehditler ve eylemler gündeme gelebilir. Baskıların artması illa tehditler ya da silahlı eylemler aracılığıyla olmayabilir. Hatta daha muhtemel senaryo Hizbullah’ın Şii Güney Lübnan halkını arkasına alarak meşru, şiddet içermeyen yolları seçmesidir. Buna örnek oluşturabilecek bir olay yaşanmıştır. Habere göre, Güney Lübnan’da Şii bir kadın İspanyol birliğinden askerlerin saldırısına uğramıştır. Askerlerin kadının evine zorla girerek tecavüz ettikleri iddia edilmektedir.[xxvii] Bu gibi olayların neden olduğu tepkiler kullanılarak halk ile barış gücü karşı karşıya getirilir ve baskı yoğunlaştırılabilirse 1984 yılında ABD ve Fransız askerlerine düzenlenen saldırı gibi bir eyleme gerek kalmadan barış gücünün Güney Lübnan’dan çıkarılması sağlanabilir. Böyle bir ortamda ne Avrupalı birlikler ne de Türkiye Lübnan’da kalmak isteyecektir. Bu da asker gönderme girişimini başarısız kılacaktır. Sonuç olarak Türkiye, Fuat Sinyora Hükümetinin düşürülmesinin engellenmesi ve hükümet krizinin bitirilmesi için çaba sarf etmelidir.
Krizin iç savaşa dönüşmesi ve Şii-Sünni çatışması ekseninde baktığımızda ise, çatışmanın barışçı bir şekilde çözümü konusunda aktif bir politika izlenmesi gerekmektedir. İç savaş senaryosu ve sorunun Lübnan dışına taşarak bölgesel boyuta taşınması özellikle Irak bağlamında Türkiye için güvenlik sorunları yaratabilir. Bu doğrultuda Lübnan’daki gelişmelerde muhtemelen en etkin aktör diyebileceğimiz Suriye ile ilişkiler kullanılabilir.
[i] Graham E. Fuller, “The Hizballah-Iran Connection: Model for Sunni Resistance”, The Washington Quarterly, Kış 2006-07.
[ii] Orta Doğu’nun geleneksel yapısına meydan okuyan güçler arasında Hamas da bulunmaktadır. Sünnî bir örgüt olan Hamas’ı “İran-Suriye-Hizbullah ekseni”nin bir parçası olarak görebiliriz.
[iii] Graham E. Fuller.
[iv] Roula Khalaf, “Shia Resurgence Fuels Ancient Fears”, Financial Times, 1 Mayıs 2006.
[v] Graham E. Fuller.
[vi] Nawaf Obaid, “Stepping Into Iraq”, Washington Post, 29 Kasım 2006.
[vii] Simon Tisdall, “Iran vs Saudis in Battle of Beirut”, Guardian, 05 Aralık 2006.
[viii] “Israel/Palestine/Lebanon: Climbing out of the Abyss”, International Crisis Group Raporu, Middle East Report No 57, 25 Temmuz 2006.
[ix] Gary C. Gambill, “Implications of the Israel-Hezbollah War”, Mideast Monitor, Ekim 2006.
[x] Israel/Palestine/Lebanon: Climbing out of the Abyss.
[xi] Israel/Palestine/Lebanon: Climbing out of the Abyss.
[xii] Gary C. Gambill, “Hezbollah and the Political Ecology of Postwar Lebanon”, Mideast Monitor, Ekim 2006.
[xiii] Gary C. Gambill, “Implications of the...”
[xiv] Gelişme ve Yeniden İnşa Konseyi Başkanı Fadhl Chalak’ın savaştan sonra hükümetin Arap devletlerinden gelen yardımların kabulünü geciktirmesi gerekçesiyle istifa etmesi hükümete ağır bir darbe indirmiştir. Chalak, güneydeki halkın Hizbullah’a karşı tavır alması ve kızması için hükümetin bu yardımları aktarmayı ağırdan aldığını iddia etmiştir.
[xv] Stephen Zunes, “The United States and Lebanon’s Civil Strife”, Foreign Policy in Focus, 6 Aralık 2006.
[xvi] Gary C. Gambill, “Implications of the...” Aynı yazıda Timur Göksel’in sözleriyle hükümetin Şiileri arka plana atışını belirten sözleri yer almaktadır: “Her zaman Beyrut, güneydeki insanlar hiçbir zaman düşünülmez”.
[xvii] Gary C. Gambill, “Implications of the...”
[xviii] Paris Bağış Konferansı’nda Suudi Arabistan’ın Lübnan Hükümetine yaklaşık iki milyar dolarlık bir yardım yapması beklenmektedir.
[xix] Gary C. Gambill, “Hezbollah and the..”
[xx] Robert Fisk, “Who’s Running Lebanon”, Independent, 15 Aralık 2006.
[xxi] Gary C. Gambill, “Hezbollah and the..”
[xxii] Tim McGirk, “Losing Lebanon”, TIME, 3 Aralık 2006.
[xxiii] Daniel Byman, Steven Simon; “The No-Win Zone”, The National Interest, No 86, Ekim/Kasım 2006.
[xxiv] Tim McGirk.
[xxv] AB’nin önde gelen ülkeleri İngiltere ve Almanya’nın dışişleri bakanları Beyrut’a giderek, İtalya ve Fransa da resmî açıklamalarla Sinyora Hükümetine desteklerini göstermiştir. 2007’nin Ocak ayında Paris’te bağış konferansı düzenlenmesi planlanmaktadır. Hem ABD Başkanı George Bush hem de Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac konferansı düzenleme ve Sinyora Hükümetine finansal destek konusunda söz vermiştir.
[xxvi] Amos Harel, “Analsis: If Siniora Falls, So Will UNIFIL”, Haaretz, 04 Aralık 2006.
[xxvii] David Schenker, “Lebanon in Political Crisis: Three Months After the War”, The Washington Institute for Near East Policy, Policy Watch No. 1169, 4 Aralık 2006.
Lübnan’daki krizi ve iç savaş tartışmalarını Lübnan’la sınırlı tutmak konuyu anlamak için yetersiz olacaktır. İç çelişkiler belirleyici olmakla beraber, onu tamamlayan dış etkenler anlaşılmadan ve krize bölgesel hatta küresel ölçekte bakmadan yapılacak bir analiz eksik kalacaktır. Lübnan’daki krizin içeriği konusunda çok genel olarak şöyle söylenebilir: Lübnan krizi, Irak Savaşı sonrası Orta Doğu’nun değişen yapısının, İsrail-Hizbullah Savaşı sonrasında Lübnan’da kutuplaşmaların artmasıyla birleşmesi sonucu ortaya çıkan bir süreçtir. Bu nedenle kriz iki açıdan da analiz edilmeye çalışılacaktır. Bölgesel boyutun ele alındığı birinci kısımda krize, Orta Doğu’da özellikle Irak Savaşı sonrası değişen durumun bir uzantısı olarak bakılacaktır. İkinci kısımda iç dinamikler açısından bir değerlendirme yapılmaya çalışılacaktır. Daha sonraki bölüm, sıkça tartışılan “iç savaş senaryoları” üzerine olacaktır. Son kısımda ise Lübnan’daki gelişmelere Türkiye’nin nasıl bakması ve pozisyon alması gerektiği tartışılacaktır.
Irak Savaşı Sonrası Orta Doğu’nun Yeni “Gerçeği”: “Şii Hilali”
“Şii Hilali” ile kast edilen; İran ile başlayıp, Lübnan’a uzanan içine Irak, Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’ı alan Şii coğrafyasıdır. “Şii Hilali”nin bir korkutma aracı mı yoksa gerçeklik mi olduğundan öte konunun bölgede bir siyasal değişimi işaret ettiğine şüphe yoktur.[i] Orta Doğu’da çatışma Şii-Sünnî ekseninde yürünüyor gibi görünse de sorun politik güç mücadelesidir.[ii] Bu siyasal değişim Lübnan kriziyle doğrudan ilgilidir. Orta Doğu’da artan Şii-Sünni kutuplaşmasının bir uzantısı Lübnan’da yaşanmaktadır. Bu kutuplaşma bir taraftan Lübnan içi çelişkileri artırırken diğer taraftan bölge ülkelerini Lübnan’daki sorunun tarafı yapmakta, krizi derinleştirmektedir.
Irak’ta Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasıyla beraber bölgesel dengeler alt-üst olmuştur. Irak’ta yapılan seçimler sonrasında ilk kez Şii Araplar iktidar alanına en etkin güç olarak girmiştir. Irak’ta güç dengeleri değişmiş, ülkenin Sünni Arap kimliği ortadan kalkmıştır. Bu bir anlamda Orta Doğu’daki güç dengesinin yeniden tanımlanması anlamına gelmektedir. Köklü değişim yerleşik “Sünni Arap rejimlerini” tehdit etmeye” başlamıştır. Bu da bölgenin Sünni rejimlerini kaygılandırmıştır. Esasen bu rejimler için Şiiliğin yükselişi tek başına bir kaygı nedeni değildir. Sorun Şiilikle beraber artan İran etkisi ve yine Şiilik temelinde yükselen radikal İslam’dır.[iii] Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün bu ülkelerin başında gelmektedir. Aralık 2004 tarihinde Ürdün Kralı Abdullah ilk kez “Orta Doğu’da ‘Şii Hilali’nin ortaya çıkışından duyulan kaygıları” dile getirmiştir. Bunun ardından Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek Nisan 2006 tarihinde “Şiilerin büyük çoğunluğunun yaşadıkları ülkeden çok İran’a bağlı olduklarını” söylemiştir.[iv] Bu zincirin son halkası olan İsrail-Hizbullah Savaşı sırasında Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün liderlerinin İsrail yerine Hizbullah’ı eleştiren açıklamaları olmuştur. Bu eleştiriler kuşkusuz İsrail’e duyulan sempatiden çok, “Şii Hilali”nin pekişmesi ve İran destekli Hizbullah’ın artan etkinliğinden duyulan çekinceden kaynaklanmaktaydı.[v]
Bu ülkeler esasen Lübnan’dan çok Irak’taki gelişmelerden rahatsızdır. ABD’nin çekilmesiyle İran etkisinin artacağını, Sünni Arapların risk altına gireceğini ve bölgede güç dengelerinin bozulacağını düşünmektedirler. Bu kaygıları en açık biçimde Suudi Arabistan Hükümet Danışmanı Nawaf Obaid, Washington Post’ta çıkan yazısında belirtmiştir. Obaid, “ABD’nin Irak’tan çekilmesinin ilk sonucunun Irak’a Suudi Arabistan müdahalesi olacağını” açıklamıştır. Yazıda ülkesinin “İran destekli Şii militanların Sünnileri yok etmesini engellemek için aynen İran’ın yaptığı gibi Sünnilere para ve silah desteği vereceğini” belirtmiştir.[vi] Diğer bir Suudi yetkili de “ABD politikalarının bölge gerçeklerine ve tarihsel dengelere uygun olarak şekillenmesi gerektiğini” söylemiştir.[vii] Bu diplomatik ifadenin açılımı, bölgenin Sünni karakterinin Şiilik ve güç dengesinin de İran lehine bozulmasına ABD’nin izin vermemesidir.
Bu çerçevede, Hizbullah’ın artan etkinliği Orta Doğu’nun geleneksel güç dengelerine ve statükoya bir meydan okuma olarak görülmektedir. Örgüt, Tahran’ın bölgesel hegemonya arayışının önemli unsurlarından biri ve tehlikeli şekilde büyüyen Şii bloğunun parçası olarak görülmektedir. Bu nedenle İran ve Suriye ile beraber Arap devletleri de Lübnan’daki gelişmelere taraf olmakta ve karışmaktadır. Bu da tek başına Lübnan için bir çözümü imkânsız kılmaktadır.
Lübnan Krizine Giden Yol
İsrail-Lübnan Savaşı’nın Sonuçları
Diğer savaşların aksine İsrail-Hizbullah Savaşı’nda kazananın ve kaybedeninin kim olduğunu söylemek çok mümkün değildir. Esasen her iki tarafın da kayıplar verdiğini ve bazı kazanımlar elde ettiğini söylemek doğru olacaktır. Burada savaşın bölgesel ya da İsrail açısından sonuçlarına girilmeyecektir. Çalışma için önem taşıyan kısım Lübnan iç politikasına etki eden sonuçlardır. Bunları kısaca dört başlık altında toplayabiliriz: Kamplaşmanın artması, Hizbullah’ın güçlenmesi, hükümetin zayıflaması, Suriye-İran güçlenirken ABD ve İsrail karşıtı duyguların güçlenmesidir.
Savaşın başında Şiiler dahil olmak üzere Lübnanlıların büyük çoğunluğu ülkeyi gereksiz, maliyetli ve haksız bir savaşa sürüklediği için Hizbullah’a kızıyordu. İsrail de aynen bu düşünceyle halkın Hizbullah’a karşı dönmesini umuyordu. Fakat bu strateji geri tepti. İsrail’in savaş stratejisi bunda en büyük etkendi. İsrail, Hizbullah yerine tüm ülkeyi yok etmeye girişince savaş başındaki görüşler tersine dönmeye başladı.[viii] İsrail Hava Kuvvetleri, savaş sırasında yaklaşık bir milyon Güney Lübnanlı ve Güney Beyrutlu Şii’nin evlerinden sürülmesine neden oldu. Şii bölgelerin dışındaki yerleri de bombaladı. Sivillere yönelik çok yoğun saldırılar gerçekleştirdi. Ülke ekonomik anlamda çökertildi (4 milyar dolara yakın olduğu belirtilmektedir), altyapıya (yollar, iletişim, enerji ve su altyapısı) büyük zararlar verdi. Her geçen gün somut kayıplarla karşılaşan halkın İsrail’e nefreti artmaya başladı.[ix] Hatta Şiiler dışındaki mezhepler arasında da Hizbullah’ı, direnişi destekleyenler çoğaldı. Lübnan’daki Hizb-ul Tahrir ve Hizb-ul Tevhit gibi örgütlü Sünni hareketler direnişe destek vermeye başladı.[x] Hizbullah’ın asker kaçırma eylemini, o sırada büyük baskı altında olan Filistinlileri ve HAMAS’ı rahatlatmak amacıyla düzenlemiş olması da, Sünnilerin sempatiyle yaklaşmasına neden oldu.
Savaş Hizbullah’ın gücünü ve popülaritesini sadece Lübnan’da değil tüm Arap dünyasında artırmış ve İsrail’e karşı mücadele edebilecek tek Arap gücü olduğunu göstermiştir. Şu anda Lübnan’da hatta Arap dünyasında bile, Hizbullah lideri Nasrallah, “Yeni Milenyumun Nasır”ı ya da “Yeniden Doğan Che Guevara” olarak görülmektedir.[xi]
Nasrallah daha önceki açıklamalarında, İsrail bir tehdit olmaktan çıkmadıkça ya da Lübnan’ı ve Lübnanlıları koruyacak güçlü, yeterli ve adil bir devlet mekanizması oluşturulmadıkça direniş ve silah bırakma meselesine çözüm getirilemeyeceğini söylüyordu.[xii] Savaş iki açıdan da Hizbullah’ın pozisyonunu desteklemiştir. Öncelikle savaşla birlikte İsrail tehdidinin varlığı ve boyutu görülmüştür ve bu da Hizbullah’ı güçlendirmiştir. Diğer açıdan Lübnan devletinin, ordusunun zayıflığı açıkça görülmüştür.
Hizbullah, yeniden inşa sürecinde İran finansmanı ile aktif rol almış, bu konuda da hükümeti geride bırakmıştır. Evleri, işleri yıkılan insanlara yeniden inşa için 10.000’er dolar verilmiştir.[xiii] “Rüşvetle kirlenmiş, etkisiz hükümete”[xiv] karşı Hizbullah’ın çabaları halkın gözünde popülaritesini artırmıştır. Hizbullah’ın yardımlarına karşılık ABD, Lübnan’a sadece 230 milyon dolarlık yardımda bulunmuştur. Bu da savaşın yaklaşık dört milyar dolarlık zararını karşılamaktan çok uzak bir rakamdır.[xv] Ayrıca bu paraların hükümet tarafından etkin biçimde kullanılamaması da Hizbullah’ı güçlendirmiştir. Her ne kadar askerî kayıplar verse de ve Güney Lübnan’daki stratejik konumunu kaybetmiş olsa da, Hizbullah’ın siyasi ve psikolojik bir zafer kazandığı kesindir.
Buna karşılık savaş, Suriye karşıtı cepheyi (14 Mart Koalisyonu) zayıflatmıştır. ABD’nin savaş sırasındaki tutumu ve hükümetin ABD’ye ılımlı yaklaşımı, halkı bu cepheden soğutmuştur. Bunun da ötesinde savaş, ülkedeki tüm gruplara hükümet ve ordunun ülkeyi dış tehditlere karşı koruma kapasitesine sahip olmadığını göstermiştir. Özellikle Şiiler, savaş sırasındaki icraatlarından dolayı hükümete son derece kızgındır. Hükümet, Güney Lübnan’ı boşaltma ve evlerinden çıkmak zorunda kalanlara yardım etme konusunda çok az çaba sarf etmiştir.[xvi] Lübnan’da İngilizce yayımlanan Daily Star gazetesinde çıkan bir yazıda Hizbullah ve hükümetin savaş performansları kıyaslanırken şu ifadeler kullanılmaktadır: “Hizbullah’ın insanı hayrete düşüren hızlı, etkin çalışması ve profesyonelliğine karşı, etkisiz ve rüşvete bulanmış siyasal sınıf”.[xvii]
Hizbullah’ın “zaferi” Lübnan’da Suriye ve İran’ın da elini güçlendirmiştir. Bu da daha önce kaybedilen siyasal gücün yeniden kazanılması için uygun ortam yaratmıştır. Hizbullah hükümetten çekilerek bu yöndeki girişimlerini başlatmıştır. Devam eden gösterilerin amacı hükümeti düşürmek, seçime zorlamak ya da en azından meşruiyetini azaltarak zayıflatmaktır. Buna karşılık, ABD Lübnan içindeki güvenilirliğini kaybetmiştir. Sinyora Hükümetini güçlendirmek ve Hizbullah’ı zayıflatmak düşüncesiyle uzun süre ateşkes çağrısı yapmayan ABD, Lübnan’daki yıkımın ve sivil kayıpların bir diğer nedeni olarak görülmüştür.
İç Dengeler Yeniden Şekilleniyor
Refik Hariri suikastı sonrası oluşan ortam ve halkın Suriye karşıtlığı temelinde sokaklara dökülmesi, Hizbullah ve Suriye’nin konumunu zayıflatmıştı. Hemen sonra yapılan parlamento seçimlerinden 14 Mart Koalisyonu büyük bir zaferle çıkmış ve iç savaştan bu yana ilk kez Suriye karşıtları çoğunluğu ele geçirmişti. Hükümet de Refik Hariri’nin yakın arkadaşı ve eski ekonomi bakanlarından Fuat Sinyora başkanlığında kurulmuştu. Böylece, Suriye askerlerinin ve istihbaratının Lübnan’dan çekilmesinin ardından siyasal yapı da Suriye’nin kontrolünden çıkmış oluyordu. İsrail-Hizbullah Savaşı, ülkede güç dengelerinin yeniden belirlenmesine neden oldu. İkinci kısımda belirtilen Hizbullah’ın güçlenmesi, hükümetin zayıflaması gibi sonuçlar, siyasal yapının kontrolü için yeni bir mücadeleyi gündeme getirdi. Esasen Lübnan’da ortaya çıkan kriz bir açıdan, bu yeni güç paylaşımının bir sonucudur.
Lübnan temel olarak ikiye bölünmüş durumdadır. Bir taraf 14 Mart Koalisyonu olarak bilinen gruptur. Adını Hariri suikastı sonrasında halkın sokaklara döküldüğü tarihten almaktadır. Diğer cephede, Hizbullah ve işbirliği yaptığı Mişel Aoun’un “Özgür Milliyetçi Hareketi” (ÖMH) bulunmaktadır.
14 Mart Koalisyonu çok genel olarak; Sünniler, Dürziler ve Hristiyanların çoğunluğundan oluşmaktadır. Bu grup şu anda iktidardadır. Temel yaklaşımları şu şekilde özetlenebilir: Suriye ve İran karşıtlığı, Batı özellikle ABD yanlılığı, Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını savunma, 1701 nolu BM kararına tam bağlılık, Uluslararası Barış Gücü’yle işbirliği. Saad Hariri ve Fuat Sinyora liderliğindeki kesim Batı’yla beraber Sünni Arap rejimlerinin de desteğini arkasına almış durumdadır.[xviii]
14 Mart koalisyonunun en güçlü grubu, Saad Hariri liderliğindeki Sünniler ve “Gelecek Hareketi”dir. Hariri’nin özellikle Suudi Arabistan’la yakın ilişkilerinin bulunması, Şiilerin arasında “Suudi kraliyet ailesinin vekili” olarak görülmesine neden olmaktadır. Bu nedenle Hariri ve Sünnilere çok mesafelidirler. Suudi Arabistan’ın Irak, Afganistan ve Pakistan’da Şiilere karşı Sünni İslamcı radikalizmi desteklemesi, Hariri’nin Lübnan’daki radikal Sünni İslamcılarla yakın ilişkisi Hariri/Suudi eksenine olan güvensizliği pekiştirmektedir.[xix]
Hristiyanlar ise ikiye bölünmüş durumdadır. Bir taraf Samir Geagea liderliğindeki “Lübnanlı Güçler”i desteklemektedir. Bunlar 14 Mart Koalisyonu içinde yer almaktadır. Diğer taraf Mişel Aoun’un liderliğindeki ÖMH’yi desteklemektedir. Bu hareket muhalefet cephesi içindedir.
Muhalefet temel olarak Hizbullah liderliğindeki Şiilerin ve Hristiyanların bir kısmının desteklediği ÖMH’den oluşmaktadır. Hristiyanların hepsi Suriye karşıtı değildir. Beyrut Araştırma ve Enformasyon Merkezi’nin yaptığı kamuoyu araştırmasına göre Hristiyanların yüzde ellisi Sinyora Hükümetinin meşruiyetini kaybettiğini düşünmektedir.[xx] Hristiyanlar arasında ülkenin Sünni/Suudi etkisinin artmasından çekinenler vardır. Aoun’un Hizbullah’la işbirliğinin altında yatan biraz da bu ortak kaygılardır. Yine aynı araştırmaya göre Hristiyanların çoğu (yüzde 77) Aoun’un Hizbullah’la işbirliği arayışlarını desteklemektedir.[xxi] Mişel Aoun’un tabanını hükümetten rahatsız, Sünni/Suudi etkinliğinden çekinen Hristiyanlar oluşturmaktadır. Bu cephe İran ve Suriye tarafından desteklenmektedir. Şubat 2006’da Aoun ve Nasrallah, Hariri’nin siyasal gücünü zayıflatmak için bir anlaşma imzalamıştır. Mişel Aoun’un muhalefet cephesinde yer alması Hizbullah’a muhalefetin sadece Şiilerden oluşmadığını göstermek ve Suriye tarafından desteklendiği iddialarını çürütmek için fırsat vermektedir.
Krizin Kronolojisi
Lübnan’da krizin ilk işaretleri Kasım 2006’da Hizbullah’ın hükümetteki üyelerinin istifasıyla verilmiştir. Bu istifanın arkasında yatan gerekçe, hükümetin Hariri suikastı için uluslararası mahkeme kurulmasını destekleyen bir karar almaya çalışmasıdır. Hizbullah karar alınmadan önce istifa etmiştir. Sorun, Hizbullah’ın hükümetin aldığı kararları veto edecek çoğunluğa sahip olmamasıdır. Bir kararın veto edilebilmesi için üçte bir çoğunluğa bir kişinin daha eklenmesi gerekmektedir. Yani 24 kişilik kabinede 9 kişiye ulaşılması gerekmektedir. Hizbullah ve Suriye’yi destekleyenlerin sayısı ise 6’dır. Çatışmanın temelinde bu yatmaktadır. Hizbullah, savaş sonrası artan gücünü politik güce dönüştürmek istemektedir. Hükümetse bunu kesinlikle kabul etmemektedir.
İstifalardan bir hafta sonra, Endüstri Bakanı Piyer Cemayel bir suikasta kurban gitmiştir. Cemayel, Lübnan’ın önde gelen Hristiyan Maruni ailelerinden ve eski Devlet Başkanı Emin Cemayel'in oğlu, aynı zamanda 1982 yılında öldürülen Devlet Başkanı Beşir Cemayel'in yeğeni ve Suriye karşıtı bloğun önde gelen isimlerinden biriydi. Cemayel ailesinin geçmişi ve Piyer Cemayel’in Suriye karşıtı söylemleri daha öncekilerde olduğu gibi saldırının arkasında Suriye’nin olma ihtimalini gündeme getirdi. Refik Hariri suikastı sonrasında olduğu gibi büyük kalabalıklar Suriye karşıtı söylemlerle sokağa döküldü. Bu sefer Hizbullah ve Suriye’yi destekleyenler hemen karşı gösteri düzenledi. Bu muhtemelen Lübnan tarihinin en büyük protesto gösterisiydi. Ülke nüfusunun dört milyon civarında olduğunu ve göstericilerin zaman zaman iki milyona ulaştığını düşünürsek gösterilerin boyutu açıkça anlaşılabilir. Protestolar yaklaşık iki hafta sürdü. Kalabalık, Başbakan Fuat Sinyora’nın istifasını ve bir “Ulusal Birlik Hükümeti” kurulmasını istiyordu. Gösteriler sırasında bir Şii’nin öldürülmesi ülkede yeniden bir iç savaş mı yaşanacak endişelerini gündeme getirdi.
Krizin arka planında kuşkusuz İran ve Suriye desteği de vardır. Hizbullah’la beraber bu ülkeler de uzun süredir Sinyora Hükümetini devirmeye çalışıyordu. Siyasal yapının Saad Hariri liderliğindeki Suriye karşıtı bloğa geçmesi, dengeleri Suriye, İran ve Hizbullah aleyhine değiştirmişti. Hükümetin düşmesi ve sürecin tersine dönmesi isteniyordu. Hizbullah, hükümeti düşürdükten sonra kendisinin tamamen etkin olduğu bir hükümet kuramayacağını bilmektedir. Hizbullah sadece mevcut hükümet içinde daha güçlü bir pozisyon ve veto hakkı arayışındadır. Muhalefet cephesi Sinyora Hükümetini düşürebilirse, Lübnan’da güç dengeleri ABD aleyhine, Suriye-İran lehine değişecektir.
İç Savaşa Doğru (mu?)
Lübnan, Orta Doğu’nun siyasal açıdan en karmaşık ve dinî olarak en bölünmüş ülkesidir. Bu da Orta Doğu gibi istikrarsız bir coğrafyada Lübnan’ı her zaman patlamaya hazır bir bomba haline getirmektedir. Lübnan’da iç savaş için uygun ortamın oluşmasını sağlayan dört temel etken olduğunu söyleyebiliriz. Öncelikle kuşkusuz Lübnan’ın kendi içinde bölünmüş olması ve bir “Lübnanlı” kimliğinin eksikliği en büyük etkendir. Kendini mezhep temelinde tanımlayan ve bir grubun güçlenmesini kendine tehdit olarak algılayan topluluklar söz konusudur. İkinci etken, bölgesel hatta küresel aktörlerin Lübnan’daki çatışmalara taraf olmasıdır. Buna imkân tanıyan da Lübnan’ın kendi içindeki bölünmüşlüğüdür. Bu parçalanma dış güçlerin müdahalesine uygun ortam yaratmaktadır. Bölgesel güç mücadelelerini Lübnan üzerinden yürütmektedirler. Merkezî hükümetin ve devletin zayıflığı ile buna bağlı olarak her toplumun kendi güvenliğini sağlama arayışına girerek silahlanması diğer önemli etkenlerdir. Son gösteriler Lübnan halkının ne kadar birbirinden koptuğunu ve bunun silahlı mücadeleye dönüşme potansiyeli olduğunu açıkça göstermiştir.
Lübnan’da korkulan, Hizbullah’ın güç gösterisinin diğer toplumlarda güçlü bir tepki yaratması ve krizin hızlı bir şekilde iç savaşa dönüşmesidir. Lübnan Genelkurmay Başkanı Mişel Süleyman, “Hizbullah’ın Beyrut’taki gösterileri başka şehirlerde de düzenlemesi durumunda ordunun durumla baş edemeyeceğini” ifade etmektedir.[xxii] Gerçekten de iç savaş riski bulunmaktadır. Yukarıda sıralanan iç savaş şartlarına en kötümser açıdan yaklaşırsak kısaca şu değerlendirmeler yapılabilir:
a- Bölünmüşlük
Lübnan’ın tarihsel olarak bölünmüşlüğü zaten bilinmektedir. Ancak, Suriye askerlerinin ülkeden çekilmesi ve ülkenin “tek patronu” olmaktan çıkması, meydana gelen güç boşluğunu doldurmak için mezheplerarası mücadeleyi yeniden gündeme taşımıştır. Bunun yanında İsrail’le savaş yine ülke içindeki kutuplaşmaları körüklemiştir. Bölgesel boyutta da Şii-Sünni çatışmasının artması Lübnan’daki gelişmeleri etkilemiştir. Ülke iki eksende bölünmüş durumdadır. Politik düzlemde Suriye karşıtları ve yanlıları şeklinde bir ayrım vardır. Mezhepsel olarak ise temel çelişki Şiiler ile Sünniler arasındadır.
b-Dış Müdahale
Irak Savaşı sonrası Orta Doğu’nun değişen yapısı Lübnan’ı da doğrudan etkilemeye başlamıştır. Irak’ta oluşan boşluğu doldurmak için bölgesel güçlerarası yeni bir mücadele doğmuştur. Bu mücadele temel olarak Şii-Sünni çatışması ekseninde yürümektedir. Mücadelenin bir ayağını Lübnan oluşturmaktadır. Bölgesel güçlerin mücadelesi kızıştıkça Lübnan’daki gelişmelere de doğrudan taraf olmaya başlamışlardır. İran ve Suriye’nin Lübnan’a etkisi zaten bilinmektedir. Ama artık ABD de Lübnan’daki gelişmelerde taraftır. Buna İsrail ile birlikte, İran’dan, Şiilikten ve radikal İslam’dan çekinen Sünni Arap rejimlerini eklememiz gerekmektedir.
c-Devletin Zayıflığı
İsrail-Lübnan Savaşı ülkedeki tüm gruplara, hükümetin ülkeyi dış tehditlere karşı koruma kapasitesine sahip olmadığını göstermiştir. Bırakın dış tehditleri içeride Hizbullah gibi güçlü örgütlere karşı bile tedbir alamamaktadır. 1975 iç savaşının ortaya çıkışındaki en büyük etkenlerden biri de Lübnan devletinin zayıflığı idi. Devletin, hükümetin kendilerini koruyamadığını düşünen gruplar kendi bağımsız silahlı milis güçlerini oluşturmaya başlamıştı.[xxiii] Son savaş sırasında ortaya çıkan hükümetin zayıflığı bu süreci yeniden tetikleyebilir.
d-Silahlanma
Hizbullah’ın, İran ve Suriye yardımıyla sahip olduğu silahlı güç karşısında, diğer bazı mezhep topluluklarının ulusal ordudan bağımsız kendi silahlı güçlerini oluşturmaya başladığı ifade edilmektedir. Esasen Şiiler dışındaki diğer toplumların iç savaştan kalma cephanelikleri bulunmaktadır. Ancak Hizbullah’la kıyaslanınca bunlar çok zayıf kalmaktadır. Bir olasılık, gerginliğin tırmanması durumunda diğer toplumların da çok kısa sürede silahlanması ve dış destek almalarıdır. Hristiyanlar eskiden olduğu gibi İsrail tarafından desteklenebilir. İran ve Şiiliğin yükselişinden çekinen Suudi Arabistan’ın da Sünnilere destek konusunda istekli olması beklenebilir. Bu mücadeleye Orta Doğu’nun Sünni radikal İslamcıları da katılabilir ve Lübnan küçük bir Irak’a dönüşebilir.[xxiv] Buna ek olarak El Kaide de Irak’tan sonra kendine yeni bir savaş alanı bulmuş olur ve mücadeleye katılabilir. Böylece 1975 yılında başlayan iç savaştaki Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) işlevini El Kaide üstlenebilir. Lübnan istihbaratı kısa zaman önce bir Filistinli mülteci kampı içinde, 36 üst düzey Lübnanlı politikacının ölüm listesiyle beraber 200 radikal İslamcıyı ele geçirmiştir. Bunun dışında Lübnan’da El Kaide hücrelerinin bulunduğuna dair haberler de yer almaktadır.
Bu kötümser yaklaşımdan yola çıkarak Lübnan’da bir iç savaşın yakın olduğu değerlendirmesine ulaşmak çok doğru olmayacaktır. Sadece şu söylenebilir: İç savaşın çıkması yönünde şartlar olgunlaşmaktadır. Ama şartlar bir iç savaş çıkmasına neden olacak boyutlara ulaşmamıştır. İç bölünmenin arttığı doğrudur. Ancak hiçbir toplum veya örgüt (Hizbullah da dahil) uzun yıllar süren iç savaştan görülen zararlardan sonra ülkenin yeniden savaş ortamına girmesini istememektedir. Silahlanma açısından bakıldığında, her ne kadar Hizbullah dışında yeni silahlanma çabaları olsa da hiçbirinin Hizbullah ile mücadele gücü yoktur. Hizbullah’ın askerî üstünlüğü diğer gruplarla asimetriktir. Hiçbir silahlı güç, örgütle açık bir mücadeleye girme kapasitesine sahip değildir. 1975 yılında iç savaşın çıkışında çok önemli bir etken olan FKÖ gibi “devlet içinde devlet” tanımlamasına uyabilecek bir unsur bulunmamaktadır. Silahlanma başlığı altında tartışılan “El Kaide yeni FKÖ olabilir mi?” sorusunun şimdilik yanıtı çok zor verilebilir. El Kaide ve silahlı Sünni İslamcı hareketlerin varlığı yönünde haberler olsa da, bunların şu aşamada o yılların FKÖ gücünden çok uzakta olduğunu söylemek gerekir. Devletin zayıflığı konusunda ise, hükümetin Batı (özellikle ABD) tarafından yoğun olarak desteklendiği belirtilmelidir.[xxv] Ayrıca Uluslararası Barış Gücü’nün de hükümeti ve Lübnan ordusunu desteklemek üzere orada bulunduğunu eklemek gerekir. Yani çok genel olarak iç savaş açısından riskin varlığını ve şartların o yöne doğru gittiğini kabul etmekle beraber, henüz şartların tam olarak oluşmadığı değerlendirmesinde bulunmak doğru olacaktır.
Sonuç Yerine: Türkiye, Lübnan Krizinin Neresinde ve Ne Yapmalı?
Türkiye Lübnan’daki krize ve gelişmelere iki açıdan yaklaşmalıdır. Her şeyden önce uluslararası barış gücüyle beraber Türk askerlerinin güvenliği ve başarısı dikkate alınmalıdır. İkincisi, Türkiye Lübnan’daki çatışmaların büyüyerek iç savaşa dönüşmesini, bunun da Orta Doğu genelinde Şii-Sünni çatışmasını körüklemesini önlemek için politika üretmelidir.
Türkiye için felaket senaryosu herhalde şu şekildedir: “Fuat Sinyora Hükümeti düşürülmüş, Hizbullah siyasi yapıda etkin bir konuma yükselmiştir. Suriye ve İran ülkedeki etkinliklerini pekiştirmiştir. Gelişmelerden çekinen Sünniler ve Hristiyanlar silahlanmaya başlamıştır. İran’dan ve Hizbullah’ın yükselişinden çekinen Sünni Arap ülkeleri Lübnan’daki gelişmelere aktif olarak katılmaya ve yakın gördüğü tarafları desteklemeye başlamıştır. Ülke bir iç savaşa doğru gitmektedir. Barış gücü askerlerine yönelik tehditler artmış hatta nereden olduğu belli olmayan ve çok sayıda askerin öldüğü bir eylem düzenlenmiştir. Barış gücü büyük bir başarısızlık sonucunda geri çekilmek zorunda kalmıştır.”
Barış Gücü ve Türk askerinin güvenliği açısından bakacak olursak şöyle bir değerlendirme yapılabilir. Krizden Hizbullah güçlenerek çıkarsa, Sinyora başbakan olarak kalsa bile hükümet ile BM Barış Gücü UNIFIL arasındaki işbirliği zarar görecektir.[xxvi] Bu da UNIFIL’ın başarı şansını azaltacaktır. Hizbullah, siyasal yapıda yeniden etkinlik kazanmasının ardından muhtemelen bir sonraki hedefini Güney Lübnan’ı yeniden ele geçirmek olarak belirleyecektir. Bu doğrultuda, barış gücüne yönelik sözlü tehditler ve eylemler gündeme gelebilir. Baskıların artması illa tehditler ya da silahlı eylemler aracılığıyla olmayabilir. Hatta daha muhtemel senaryo Hizbullah’ın Şii Güney Lübnan halkını arkasına alarak meşru, şiddet içermeyen yolları seçmesidir. Buna örnek oluşturabilecek bir olay yaşanmıştır. Habere göre, Güney Lübnan’da Şii bir kadın İspanyol birliğinden askerlerin saldırısına uğramıştır. Askerlerin kadının evine zorla girerek tecavüz ettikleri iddia edilmektedir.[xxvii] Bu gibi olayların neden olduğu tepkiler kullanılarak halk ile barış gücü karşı karşıya getirilir ve baskı yoğunlaştırılabilirse 1984 yılında ABD ve Fransız askerlerine düzenlenen saldırı gibi bir eyleme gerek kalmadan barış gücünün Güney Lübnan’dan çıkarılması sağlanabilir. Böyle bir ortamda ne Avrupalı birlikler ne de Türkiye Lübnan’da kalmak isteyecektir. Bu da asker gönderme girişimini başarısız kılacaktır. Sonuç olarak Türkiye, Fuat Sinyora Hükümetinin düşürülmesinin engellenmesi ve hükümet krizinin bitirilmesi için çaba sarf etmelidir.
Krizin iç savaşa dönüşmesi ve Şii-Sünni çatışması ekseninde baktığımızda ise, çatışmanın barışçı bir şekilde çözümü konusunda aktif bir politika izlenmesi gerekmektedir. İç savaş senaryosu ve sorunun Lübnan dışına taşarak bölgesel boyuta taşınması özellikle Irak bağlamında Türkiye için güvenlik sorunları yaratabilir. Bu doğrultuda Lübnan’daki gelişmelerde muhtemelen en etkin aktör diyebileceğimiz Suriye ile ilişkiler kullanılabilir.
[i] Graham E. Fuller, “The Hizballah-Iran Connection: Model for Sunni Resistance”, The Washington Quarterly, Kış 2006-07.
[ii] Orta Doğu’nun geleneksel yapısına meydan okuyan güçler arasında Hamas da bulunmaktadır. Sünnî bir örgüt olan Hamas’ı “İran-Suriye-Hizbullah ekseni”nin bir parçası olarak görebiliriz.
[iii] Graham E. Fuller.
[iv] Roula Khalaf, “Shia Resurgence Fuels Ancient Fears”, Financial Times, 1 Mayıs 2006.
[v] Graham E. Fuller.
[vi] Nawaf Obaid, “Stepping Into Iraq”, Washington Post, 29 Kasım 2006.
[vii] Simon Tisdall, “Iran vs Saudis in Battle of Beirut”, Guardian, 05 Aralık 2006.
[viii] “Israel/Palestine/Lebanon: Climbing out of the Abyss”, International Crisis Group Raporu, Middle East Report No 57, 25 Temmuz 2006.
[ix] Gary C. Gambill, “Implications of the Israel-Hezbollah War”, Mideast Monitor, Ekim 2006.
[x] Israel/Palestine/Lebanon: Climbing out of the Abyss.
[xi] Israel/Palestine/Lebanon: Climbing out of the Abyss.
[xii] Gary C. Gambill, “Hezbollah and the Political Ecology of Postwar Lebanon”, Mideast Monitor, Ekim 2006.
[xiii] Gary C. Gambill, “Implications of the...”
[xiv] Gelişme ve Yeniden İnşa Konseyi Başkanı Fadhl Chalak’ın savaştan sonra hükümetin Arap devletlerinden gelen yardımların kabulünü geciktirmesi gerekçesiyle istifa etmesi hükümete ağır bir darbe indirmiştir. Chalak, güneydeki halkın Hizbullah’a karşı tavır alması ve kızması için hükümetin bu yardımları aktarmayı ağırdan aldığını iddia etmiştir.
[xv] Stephen Zunes, “The United States and Lebanon’s Civil Strife”, Foreign Policy in Focus, 6 Aralık 2006.
[xvi] Gary C. Gambill, “Implications of the...” Aynı yazıda Timur Göksel’in sözleriyle hükümetin Şiileri arka plana atışını belirten sözleri yer almaktadır: “Her zaman Beyrut, güneydeki insanlar hiçbir zaman düşünülmez”.
[xvii] Gary C. Gambill, “Implications of the...”
[xviii] Paris Bağış Konferansı’nda Suudi Arabistan’ın Lübnan Hükümetine yaklaşık iki milyar dolarlık bir yardım yapması beklenmektedir.
[xix] Gary C. Gambill, “Hezbollah and the..”
[xx] Robert Fisk, “Who’s Running Lebanon”, Independent, 15 Aralık 2006.
[xxi] Gary C. Gambill, “Hezbollah and the..”
[xxii] Tim McGirk, “Losing Lebanon”, TIME, 3 Aralık 2006.
[xxiii] Daniel Byman, Steven Simon; “The No-Win Zone”, The National Interest, No 86, Ekim/Kasım 2006.
[xxiv] Tim McGirk.
[xxv] AB’nin önde gelen ülkeleri İngiltere ve Almanya’nın dışişleri bakanları Beyrut’a giderek, İtalya ve Fransa da resmî açıklamalarla Sinyora Hükümetine desteklerini göstermiştir. 2007’nin Ocak ayında Paris’te bağış konferansı düzenlenmesi planlanmaktadır. Hem ABD Başkanı George Bush hem de Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac konferansı düzenleme ve Sinyora Hükümetine finansal destek konusunda söz vermiştir.
[xxvi] Amos Harel, “Analsis: If Siniora Falls, So Will UNIFIL”, Haaretz, 04 Aralık 2006.
[xxvii] David Schenker, “Lebanon in Political Crisis: Three Months After the War”, The Washington Institute for Near East Policy, Policy Watch No. 1169, 4 Aralık 2006.