Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde, Arap Ligi Suriye planının görüşüldüğü ve oylandığı süreçte Humus’ta 1982 Hama olaylarını anımsatan gelişmeler yaşanmıştır. Direnişin merkez üssüne dönüşen Humus’un kimi bölgelerinde kontrol muhaliflerin eline geçmiş durumdadır. Suriye yönetimi şehirde otoritesini yeniden tesis etmek amacıyla halk tepkilerine geleneksel yöntemlerle müdahale etmiş ve güvenlik gücü olarak yine orduyu kullanmıştır. Şehrin dışarıdan topa tutulması neticesinde olaylar 300’ün üzerinde ölüm ile sonuçlanmıştır. Rejim ise, olayların muhaliflerin Suriyeli askerlere saldırması ve 10 kişiyi öldürmesi neticesinde yaşandığını iddia etmiştir. İç savaş görüntüleri uluslararası camianın genelinde Suriye yönetimine karşı sert tepkilerin gelmesine neden olmuştur. ABD Başkanı Obama, ülkede artan şiddeti “gaddarlık” olarak nitelendirmiş ve Esad’a görevi bırakması çağrısını yineleyerek “BM’yi bu acımasız duruma dur demesi için harekete geçmeye” çağırmıştır. Türkiye Dışişleri Bakanlığı “Suriye hükümetinin yönetme meşruiyetini tamamen kaybettiğini” açıklamış ve “uluslararası toplumu Suriye yönetimine karşı harekete geçmeye çağırmıştır”. En sert tepkilerden biri de Tunus’tan gelmiştir. Tunus yönetimi, Suriye yönetimini tanımadığını ve ülkesindeki Suriye Büyükelçisi’nin çıkarılacağını açıklamıştır. Bunun yanı sıra dünyanın birçok başkentinde Suriye Büyükelçilikleri önünde protesto gösterileri düzenlenmiş ve bunların bazılarında göstericiler diplomatik temsilciliklere girerek mevcut Suriye bayrağı yerine muhaliflerin kullandığı bayrağı asmıştır.
Humus’taki olaylar, BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye liderinin görevini yardımcısına devretmesi ve ülkeyi yakın zaman içinde özgür seçimlere götürmesini öngören Arap Ligi planının görüşüldüğü süreçte gerçekleşmiştir. Tüm diplomatik çabalara rağmen Rusya ve Çin plana veto uygulayarak Suriye yönetiminin rahatlamasını sağlamıştır. Bu destek rejime belli bir süre daha kazandıracaktır. Ancak Humus’ta yaşananların yarattığı tepki Rusya ve Çin’in pozisyonlarını daha ne kadar koruyabilecekleri sorusunu gündeme getirmektedir. Anlaşılan o ki hem Rusya hem de Çin, Suriye kumarında Esad rejiminin devamına oynamaktadır. Ancak bu tutumun iki önemli riski bulunmaktadır. Birincisi bu pozisyonun meşruiyeti son derece zayıftır ve giderek savunulması zor bir hal almaktadır. Ancak bundan da önemlisi rejimin tek taraflı olarak desteklenmeye devam edilmesi, olası bir değişimde Suriye halkının, bu ülkelere Suriye’de statükodan yana tavır alan aktörler olarak karşı çıkacak olmalarıdır. Böylece Rusya ve Çin (buna İran’ı da dahil edebiliriz), yıkılma ihtimali her geçen gün artan bir rejime destek vererek olası bir değişimde bölgedeki nüfuzlarını kaybetme riski almaktadır. Örneğin Rusya, Akdeniz’e açımını sağlayan Tartus Limanı’nı kaybedebilir. Bu ülkelerin rejime tek taraflı destek vermekten ziyade Esad yönetimini halkın meşru taleplerini dikkate almaya zorlaması daha rasyonel bir yaklaşım olacaktır. Her üç ülke artık Esad’sız bir Suriye konusunda alternatif geliştirmeli ve yönetimin yıkılması ihtimalini göz önüne alarak tek taraflı politikalardan vazgeçmelidir.
Rusya ve Çin vetolarının ortaya çıkaracağı en önemli etki Suriye’de değişimi savunan uluslararası ve bölgesel aktörlerin diplomasi dışı bazı çözüm arayışlarına yönelmeleri ve bu konuda aralarında daha yakın işbirliği sergilemeleri olacaktır. Değişim cephesinin daha sert yaptırımları gündeme getirmesi beklenebilir. Diplomatik girişimlerin sonuç vermediği düşüncesi bu ülkeleri siyasal ve askeri Suriye muhalefetini daha fazla desteklenmeye yönlendirebilir.
Suriye’de şiddetin çok büyük boyutlara ulaşması ve BM Güvenlik Konseyi’nde Rusya ve Çin’in vetosu Türkiye’nin Suriye sorunundaki rolünü daha fazla öne çıkarmıştır. Türkiye daha önce yaptığı açıklamalarda Suriye’deki şiddetin çok büyük boyutlara ulaşması durumunda uluslararası meşruiyet çerçevesinde Suriye’ye karşı bazı önlemler alabileceğini açıklamıştı. Humus’ta yaşananlara ek olarak son haftalarda ayaklanma Halep şehrine de sıçramıştır. Bunun da ötesinde 4 Eylül 2012 tarihinde Suriye Ordusu ile muhalifler arasında sınırda yaşanan çatışmada silah sesleri Türkiye tarafından duyulmuştur. Yine Türkiye sınırına çok yakın bir bölgede bulunan Idlib vilayetine bağlı Cisr el Şukur kasabasında da olaylar devam etmektedir. Dolayısıyla olayların şiddeti giderek artmakta ve Türkiye sınırlarına doğru yayılmaktadır. Bu gelişmeler Türkiye’nin askeri önlemleri gündeme getirmesine neden olabilir.
Mevcut durumda şunu herkes bilmektedir ki Suriye’ye askeri bir müdahalenin şartları henüz oluşmamıştır. Bu sadece Rusya, İran ve Çin’in Suriye yönetimine destek vermeye devam etmesinin bir sonucu değildir. Hem siyasal hem de askeri Suriye muhalefeti henüz uluslararası müdahaleyi mümkün kılacak çapta organizasyon, etkinlik, bütünlük, askeri kapasite, uluslararası tanınırlığa ulaşamamıştır. Belki de en önemlisi müdahalenin olmazsa olmaz şartı olan, bir bölge ya da vilayet devlet kontrolünden çıkarılarak güvenli bölge yaratılamamıştır. Ancak bunun işaretleri giderek artmaktadır. Olaylar başladığından bu yana rejimin en büyük dayanağı Şam ve Halep’te büyük çaplı gösterilerin olmamasıydı. Son gelişmeler artık gösterilerin ülkenin iki büyük kent merkezinin sınırlarına dayandığını göstermektedir. Şam’ın neredeyse merkezi diyebileceğimiz Duma, Harasta gibi kenar semtlerde kontrol zaman zaman muhaliflerin eline geçmektedir. Suriye Ordusu operasyon düzenleyerek otoritesini kursa da geri çekilmesini takiben kontrol yeniden muhaliflere geçmektedir. Bunun yanı sıra Halep şehri kırsalı ve bazı semtlerinden ölüm haberleri gelmektedir. Humus’ta ise durum rejim açısından çok daha sıkıntılıdır. Humus’un birçok mahallesinde kontrol Özgür Suriye Ordusu’nun elinde bulunmaktadır. Birbirinden bağımsız olarak hareket eden yerel unsurlar kendi bölgelerini kontrol etmektedir. Suriye ordusu kimi semtlere girmekte zorlandığı için son olaylarda olduğu gibi şehri dışarıdan topa tutma yönetimini kullanmaktadır. Suriye Ordusu kontrolü sağlamak için Suriye Hava Kuvvetleri’ni kullanmayı düşünebilir ki bu da Batı’nın beklediği bir adım olacaktır. Çünkü şehirlerin havadan bombalanması “uçuşa yasak bölge” ilanını meşrulaştıracaktır. Bu da uluslararası müdahalenin olmazsa olmazı “güvenli bölge”ler oluşmasına neden olabilir. Bu süreç Türkiye açısından Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da ifade ettiği üzere Suriye’nin fiili olarak bazı çizgiler etrafında bölünmesi riskini beraberinde getirecektir.
İşte bu süreçte herkes Türkiye’nin oynayacağı role büyük önem vermektedir. Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle de BM Güvenlik Konseyi’ndeki veto ve Humus’ta yaşananlardan sonra yaptığı açıklamada “Arap ülkelerindeki gelişmelerin, AB’nin Türkiye ile stratejik diyalogun ne kadar önemli olduğunu gösterdiğini” söylemiştir. Batı basınında çıkan yorumlarda da Suriye sorununun çözümünün ancak askeri yöntemlerle çözülebileceği ve bu noktada Türkiye’nin en önemli aktör olduğu sürekli vurgulanmaktadır. Türkiye’yi bu askeri açıdan önemli kılan iki unsur bulunmaktadır. Birincisi Suriye yönetimine karşı silahlı mücadele yürüten Özgür Suriye Ordusu’nun daha organize hala gelmesi ve güçlenmesi açısından Türkiye’nin destek vermesi kritik önemdedir. Bunun yanı sıra Türkiye’nin tek taraflı olarak bazı askeri önlemler alması Suriye’de süreci doğrudan muhalifler lehine etkileyecektir. Ancak Rusya, Çin ve İran’ın değişime karşı duruşları, uluslararası meşruiyet ve bölgesel uzlaşı çerçevesinde soruna çözüm bulmak isteyen Türkiye’nin Suriye konusunda adım atmasını zorlaştırmaktadır.
BM Güvenlik Konseyi’nin veto kararının Suriye açısından sonucu ise şiddetin daha da artması olacaktır. Suriye yönetimi vetoyu olayları sert şekilde bastırma konusunda elini güçlendiren bir karar olarak değerlendirirken, uluslararası girişimden umudu azalan muhalefet de askeri yöntemlere başvurma konusunda daha istekli davranabilir.
Humus’taki olaylar, BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye liderinin görevini yardımcısına devretmesi ve ülkeyi yakın zaman içinde özgür seçimlere götürmesini öngören Arap Ligi planının görüşüldüğü süreçte gerçekleşmiştir. Tüm diplomatik çabalara rağmen Rusya ve Çin plana veto uygulayarak Suriye yönetiminin rahatlamasını sağlamıştır. Bu destek rejime belli bir süre daha kazandıracaktır. Ancak Humus’ta yaşananların yarattığı tepki Rusya ve Çin’in pozisyonlarını daha ne kadar koruyabilecekleri sorusunu gündeme getirmektedir. Anlaşılan o ki hem Rusya hem de Çin, Suriye kumarında Esad rejiminin devamına oynamaktadır. Ancak bu tutumun iki önemli riski bulunmaktadır. Birincisi bu pozisyonun meşruiyeti son derece zayıftır ve giderek savunulması zor bir hal almaktadır. Ancak bundan da önemlisi rejimin tek taraflı olarak desteklenmeye devam edilmesi, olası bir değişimde Suriye halkının, bu ülkelere Suriye’de statükodan yana tavır alan aktörler olarak karşı çıkacak olmalarıdır. Böylece Rusya ve Çin (buna İran’ı da dahil edebiliriz), yıkılma ihtimali her geçen gün artan bir rejime destek vererek olası bir değişimde bölgedeki nüfuzlarını kaybetme riski almaktadır. Örneğin Rusya, Akdeniz’e açımını sağlayan Tartus Limanı’nı kaybedebilir. Bu ülkelerin rejime tek taraflı destek vermekten ziyade Esad yönetimini halkın meşru taleplerini dikkate almaya zorlaması daha rasyonel bir yaklaşım olacaktır. Her üç ülke artık Esad’sız bir Suriye konusunda alternatif geliştirmeli ve yönetimin yıkılması ihtimalini göz önüne alarak tek taraflı politikalardan vazgeçmelidir.
Rusya ve Çin vetolarının ortaya çıkaracağı en önemli etki Suriye’de değişimi savunan uluslararası ve bölgesel aktörlerin diplomasi dışı bazı çözüm arayışlarına yönelmeleri ve bu konuda aralarında daha yakın işbirliği sergilemeleri olacaktır. Değişim cephesinin daha sert yaptırımları gündeme getirmesi beklenebilir. Diplomatik girişimlerin sonuç vermediği düşüncesi bu ülkeleri siyasal ve askeri Suriye muhalefetini daha fazla desteklenmeye yönlendirebilir.
Suriye’de şiddetin çok büyük boyutlara ulaşması ve BM Güvenlik Konseyi’nde Rusya ve Çin’in vetosu Türkiye’nin Suriye sorunundaki rolünü daha fazla öne çıkarmıştır. Türkiye daha önce yaptığı açıklamalarda Suriye’deki şiddetin çok büyük boyutlara ulaşması durumunda uluslararası meşruiyet çerçevesinde Suriye’ye karşı bazı önlemler alabileceğini açıklamıştı. Humus’ta yaşananlara ek olarak son haftalarda ayaklanma Halep şehrine de sıçramıştır. Bunun da ötesinde 4 Eylül 2012 tarihinde Suriye Ordusu ile muhalifler arasında sınırda yaşanan çatışmada silah sesleri Türkiye tarafından duyulmuştur. Yine Türkiye sınırına çok yakın bir bölgede bulunan Idlib vilayetine bağlı Cisr el Şukur kasabasında da olaylar devam etmektedir. Dolayısıyla olayların şiddeti giderek artmakta ve Türkiye sınırlarına doğru yayılmaktadır. Bu gelişmeler Türkiye’nin askeri önlemleri gündeme getirmesine neden olabilir.
Mevcut durumda şunu herkes bilmektedir ki Suriye’ye askeri bir müdahalenin şartları henüz oluşmamıştır. Bu sadece Rusya, İran ve Çin’in Suriye yönetimine destek vermeye devam etmesinin bir sonucu değildir. Hem siyasal hem de askeri Suriye muhalefeti henüz uluslararası müdahaleyi mümkün kılacak çapta organizasyon, etkinlik, bütünlük, askeri kapasite, uluslararası tanınırlığa ulaşamamıştır. Belki de en önemlisi müdahalenin olmazsa olmaz şartı olan, bir bölge ya da vilayet devlet kontrolünden çıkarılarak güvenli bölge yaratılamamıştır. Ancak bunun işaretleri giderek artmaktadır. Olaylar başladığından bu yana rejimin en büyük dayanağı Şam ve Halep’te büyük çaplı gösterilerin olmamasıydı. Son gelişmeler artık gösterilerin ülkenin iki büyük kent merkezinin sınırlarına dayandığını göstermektedir. Şam’ın neredeyse merkezi diyebileceğimiz Duma, Harasta gibi kenar semtlerde kontrol zaman zaman muhaliflerin eline geçmektedir. Suriye Ordusu operasyon düzenleyerek otoritesini kursa da geri çekilmesini takiben kontrol yeniden muhaliflere geçmektedir. Bunun yanı sıra Halep şehri kırsalı ve bazı semtlerinden ölüm haberleri gelmektedir. Humus’ta ise durum rejim açısından çok daha sıkıntılıdır. Humus’un birçok mahallesinde kontrol Özgür Suriye Ordusu’nun elinde bulunmaktadır. Birbirinden bağımsız olarak hareket eden yerel unsurlar kendi bölgelerini kontrol etmektedir. Suriye ordusu kimi semtlere girmekte zorlandığı için son olaylarda olduğu gibi şehri dışarıdan topa tutma yönetimini kullanmaktadır. Suriye Ordusu kontrolü sağlamak için Suriye Hava Kuvvetleri’ni kullanmayı düşünebilir ki bu da Batı’nın beklediği bir adım olacaktır. Çünkü şehirlerin havadan bombalanması “uçuşa yasak bölge” ilanını meşrulaştıracaktır. Bu da uluslararası müdahalenin olmazsa olmazı “güvenli bölge”ler oluşmasına neden olabilir. Bu süreç Türkiye açısından Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da ifade ettiği üzere Suriye’nin fiili olarak bazı çizgiler etrafında bölünmesi riskini beraberinde getirecektir.
İşte bu süreçte herkes Türkiye’nin oynayacağı role büyük önem vermektedir. Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle de BM Güvenlik Konseyi’ndeki veto ve Humus’ta yaşananlardan sonra yaptığı açıklamada “Arap ülkelerindeki gelişmelerin, AB’nin Türkiye ile stratejik diyalogun ne kadar önemli olduğunu gösterdiğini” söylemiştir. Batı basınında çıkan yorumlarda da Suriye sorununun çözümünün ancak askeri yöntemlerle çözülebileceği ve bu noktada Türkiye’nin en önemli aktör olduğu sürekli vurgulanmaktadır. Türkiye’yi bu askeri açıdan önemli kılan iki unsur bulunmaktadır. Birincisi Suriye yönetimine karşı silahlı mücadele yürüten Özgür Suriye Ordusu’nun daha organize hala gelmesi ve güçlenmesi açısından Türkiye’nin destek vermesi kritik önemdedir. Bunun yanı sıra Türkiye’nin tek taraflı olarak bazı askeri önlemler alması Suriye’de süreci doğrudan muhalifler lehine etkileyecektir. Ancak Rusya, Çin ve İran’ın değişime karşı duruşları, uluslararası meşruiyet ve bölgesel uzlaşı çerçevesinde soruna çözüm bulmak isteyen Türkiye’nin Suriye konusunda adım atmasını zorlaştırmaktadır.
BM Güvenlik Konseyi’nin veto kararının Suriye açısından sonucu ise şiddetin daha da artması olacaktır. Suriye yönetimi vetoyu olayları sert şekilde bastırma konusunda elini güçlendiren bir karar olarak değerlendirirken, uluslararası girişimden umudu azalan muhalefet de askeri yöntemlere başvurma konusunda daha istekli davranabilir.
No comments:
Post a Comment