Lübnan, Irak ve İsrail-Filistin meselesiyle beraber Orta Doğu’nun temel çatışma alanlarından biri haline gelmiştir. Suriye, bu ülkedeki gelişmelerde halen baş aktör konumundadır. Her ne kadar askerlerini çekmiş olsa da, Suriye’nin etkinliği göz ardı edilemez. Suriye, aynı zamanda ABD ile sorun yaşayan bir ülke olarak da her zaman uluslararası gündemin üst sıralarında yer almaktadır. Dolayısıyla, bu konuları ele alan bir raporun gerekli olduğunu düşündük Kurumumuzun desteğiyle, raporun derinliği, objektifliği ve zenginliği için hayati olan Suriye-Lübnan gezisine çıktık. Gezimiz, 5 - 10 Şubat 2007 tarihlerinde Suriye (1 gün Halep – 4 gün Şam) ve 10 – 14 Şubat 2007 tarihlerinde Lübnan (Beyrut ve Güney Lübnan) olmak üzere 9 gün sürdü. Bu gezi yazısında siyasal konulara fazla değinmeden, görülen yerlerle ilgili izlenimler aktarılmaya çalışılacaktır. Çevre, insanlar, kültürel yaşam ve ekonomik durum gibi konularda gözlemlerimizi sunacağız Tespitlerimiz bu ülkeleri daha yakından tanımak amacının yanında, siyasal analizlere de katkısının olması düşüncesiyle yapılacaktır.
Yolculuğumuz Antakya’dan bindiğimiz otobüsle başladı. Cilvegözü sınır kapısına ulaşmamız yaklaşık 45 dakika sürdü. Sınır kapısına yaklaşırken dikkatimizi çeken ilk şey uzun sıralar oluşturmuş tır konvoylarıydı. Sonradan öğrendiğimize göre kimi tırlar sınırı geçmek için bir hafta bekliyormuş. Son yıllarda hep duyduğumuz Türkiye-Suriye arasındaki ticaretin hızlı bir şekilde arttığının işareti olduğunu düşünerek sınıra vardık. Sınır kapısına ulaştığımızda, inşaat çalışmalarının devam etmesine rağmen, bu kadar yoğun geçişlerin olduğu bir sınır kapısının derme çatma yapılardan oluşması bizi biraz hayal kırıklığına uğrattı.
Suriye’ye geçiş ile birlikte değişen mimariyi, kubbeli evleri ve insanları inceleyerek Halep’e vardık. Halep’e girerken sizi “İslami Kültürün Başkenti” ilanları karşılıyor. Bunu doğrularcasına, Halep’in son derece muhafazakar bir şehir olduğu gözlemini yapıyoruz. Sokakta kadınların çok fazla dolaşmadığını ve büyük çoğunluğunun kapalı olduğunu görüyoruz. Ama kesinlikle bir yasak yok ve son derece modern tarzda giyinmiş insanlar da görmek mümkün. Ayrıca kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Dikkatimizi çeken bir diğer nokta ise, Hafız Esad – Beşar Esad ve Nasrallah posterlerinin yoğunluğuydu. Neredeyse arabaların tamamında Beşar Esad’ın siluetinin bulunduğu çıkartmalar bulunuyor. Son İsrail-Hizbullah Savaşı ile birlikte Arap Dünyasında popülaritesini artıran ama özellikle Suriye’de büyük sempati duyulan Nasrallah, halen insanların işyerlerini ve arabalarının camlarını süslemeye devam ediyor. Esasında bu resimlerin asılması konusunda herhangi bir zorunluluk bulunmamakta. Zorunlu olmadığı halde asılıyor olmasının iki gerekçesi olabilir. Birincisi, insanlar rejime yakın gözükmek, sorun çıkmasını önlemek yani bir korku sonucu resimleri asıyor olabilir. İkinci olasılık ise, halk bunu isteyerek ve içten gelen bir sevgiyle yapmaktadır. Suriye’de kaldığımız beş gün içinde bunu tespit etmek tabi ki zordu.
Halep’le ilgili temel izlenimlerimiz şunlar: tarihsel bir dokunun varlığı, etkileyici camiler, geleneksel esnaf çarşıları, yoğun trafik, eski arabalar, bakımsız binalar ve genel bir fakirlik. Tarihsel bir Anadolu kasabasını andıran bir havası var. Ayrıca, Zekeriya Cami, Halep Kalesi ve Halep Kapalı Çarşısı gerçekten görülmeye değer yerler. İstanbul’da bulunan bazı binaları anımsatan, Fransız mandası döneminden kaldığını tahmin ettiğimiz etkileyici binalar da var. Ancak o kadar bakımsızlar ki, gerçek değerlerini yansıtamıyorlar. Halep halkı turistlere karşı büyük ilgi gösteriyor ve yardımcı olmaya çalışıyor yani, bizdeki konukseverliğe burada da şahit oluyorsunuz. Özellikle, Türkiye’den olduğunuzu öğrenince daha çok ilgileniyorlar.
Halep’te ilk iş, kendimize bir otel buluyoruz. Şehrin genel dokusuna uygun tarihî bir binaya giriyoruz. Girişte yaşlı bir hanım karşılıyor bizi, İngilizce konuşuyoruz. Nereden olduğumuzu öğrenince, Türkçe “bırak o zaman İngilizce konuşmayı” diyor. Şaşırıyoruz ve Türk olup olmadığını soruyoruz. Bu sefer de kızgın bir şekilde “Türk değilim” diyor ve kısaca hikayesini anlatıyor. Ailesinin 1915 yılında zorunlu göç sırasında Halep’e yerleştiğini ve Ermeni olduğunu söylüyor. Türkçe’yi gayet iyi konuşuyor. Zaten sonradan Suriye’de Türkçe’yi en güzel konuşanların Ermeniler olduğunu öğreniyoruz. Hrant Dink’in öldürülmesini eleştirerek, “Öldürülmeseydi Halep’e bir konuşma yapmak için gelecekti” diyor. Başlangıçta biraz tepkili bir davranış sergilese de, konuşma geliştikçe yardımcı olmaya başlıyor venerelere gitmemiz, nelere dikkat etmemiz gerektiği konusunda bizi bilgilendiriyor.
Kısa bir şehir turu yapmak için sokağa çıktığımızda, yine dikkatimizi Ermenice isimlendirilmiş dükkanlar çekiyor. Ermeni mahallesinde olduğumuzu anlıyoruz. Halep’te gerçekleştirdiğimiz konuşmalar sonucu, şehirde yaşayan toplam Ermeni sayısının şu anda Türkiye’dekinden daha fazla olduğunu öğreniyoruz. Sayılarının yaklaşık yetmiş bin civarında olduğu bilgisi veriliyor. Halep’te geçirdiğimiz bir gecenin ardından, yine otel sahibi hanımın yardımıyla, Şam’a giden otobüslerin kalktığı terminale doğru yola çıkıyoruz. Otel sahibesinin Türk televizyon kanallarından birinde sabah programı izlediğini görüyoruz. Hama ve Hums şehirlerini geçerek, beş saatlik bir yolculuk sonunda Şam’a varıyoruz.
Şam, Halep’ten çok farklı bir şehir olduğunu hemen belli ediyor. . Halep’e göre çok daha büyük ve zengin bir şehir. Halep’te ve Şam’da ortak olan nokta, Batının izlerini fazla hissedemememiz ve göremememiz. Halep gibi, Şam’da da arabaların büyük çoğunluğunun Güney Kore malı olması dikkatimizi çekiyor. Nedenini ise sonradan öğreniyoruz. Bu markaların İran’da fabrikaları olduğunu ve İran’dan geldikleri bilgisi veriliyor. Halep’tekiler kadar olmasa da arabaların birçoğu yine eski. Buna rağmen, Şam’da ciddi bir zenginlik de gözlemleyebiliyorsunuz. . Son model ve lüks arabalara her yerde rastlayabilirsiniz. Özellikle bazı bölgelerde hem evler hem de arabalar son derece lüks. Bu bölgelerin diğer bölgelere göre daha fazla korunduğunu görebiliyorsunuz. Şam'ın zenginliği konusunda şu söylenebilir: kişisel zenginlik çok fazla ama ülkenin zenginliğini hissedemiyorsunuz. Üretim, alışveriş ve iş yaşamının dinamik ortamı yok. Şam’a girişte diğer büyük şehirlere girerken gördüğünüz sıra sıra fabrikaları göremiyorsunuz. Halk genelde oldukça fakir ve Şam'ın birçok güzel yeri olmakla beraber, yerleşim genel olarak düzensiz.
Şam’da, Nasrallah posterlerinin Halep’teki kadar yoğun olmayışı dikkatimizi çekiyor. Savaştan hemen sonraki dönemde Nasrallah posterlerinin yoğun olduğu bilgisi veriliyor, ancak Halep’te devam eden ilgiyi göremiyoruz. Hafız Esad, Beşar Esad ve Beşar’ın 1994 yılında ölen ağabeyi Basil Esad’ın posterlerini yine her tarafta görebiliyorsunuz ancak Halep’teki gibi neredeyse her arabada bulunan Beşar Esad çıkartmalarına rastlamıyorsunuz. Bu arada, tüm kamu kuruluşları odalarında Hafız Esad'la birlikte Beşar Esad’ın posterleri yan yana asılı duruyor.
Şam halkı eğlenceye düşkün. Öğlen saat 2-3 gibi biten mesailerinin ardından uyuyorlar. Akşamüstü genellikle hazırlanıp yemek yemeye, eğlenmeye gidiyorlar. Son derece renkli bir gece yaşamı var. Restoranlar, kafeler gençlerle doluyor. Avrupa’yı anımsatan kafeler var. Özel alandaki serbestlik açık olarak görülebiliyor. Kimse insanların giyimine kuşamına, eğlencesine karışmıyor. Kamu alanı yönetime bırakılmış, özel alanda ise halk mutluluk ve güvenlik içinde yaşamını sürdürüyor görüntüsü var. Bu arada, suç oranının da son derece düşük olduğu bilgisini alıyoruz. Bunda cezaların ağır olmasının ve sivil polislerin halk arasında dolaşmasının etkili olduğunu düşünüyoruz. Suriye’de, güvenliğin öncelikli bir konumda olduğunu düşünecek olursak, böyle bir sonuç normal sayılabilir. Trafikte, sokakta birbirine bağıran insanlara çok sık rastlıyorsunuz. İnsanda sempati uyandıran bir kızgınlık halleri var.
Düz bir alana kurulu Şam’ın hemen yanı başında Cebel-i Kasr (Kasr Dağları) olarak adlandırılan tepe bulunuyor. “Muhacirin semti” olarak adlandırılan tepenin eteklerinde, bizdeki gecekondulaşmayı andıran bir yapılanma söz konusu. Evler üst üste yığılmış durumda. Bu tepelerin üstünde, Şam’ı izleyerek yemek yiyebileceğiniz restoranlar var. Gerçekten etkileyici. Üzücü olansa, Şam’a tepeden baktığınızda hiçbir yeşillik görememeniz. Beton binalar bütün şehri kaplamış durumda.
Bu arada etrafta çok sayıda İranlı turiste rastlayabiliyorsunuz. Şam’ın ünlü Hamidiye Çarşısı’nda alışveriş yaparken Türkçe konuştuğumuzu duyan İranlı bir hanım, esnafla anlaşamadığı için Türkçe yardımımızı istiyor. Yanımızda hem Türkçe hem de Arapça bilen dostumuzun yardımıyla esnafla anlaşıyoruz. Nereli olduğunu sorduğumuzda “İran Tebriz’denim Azerbaycan Türküyüm” cevabını veriyor. Türkçe’si bizim Türkçe’mize çok benziyor. Şiilerin Şam’da birçok kutsal mekanı olduğu için İranlı turist sayısı fazla. Hz. Ali'nin ağabeyi İmamî Caferi Sadık'ın türbesi, Kerbela Şehitleri'nin kabirleri, Hz. Ali'nin kızı adına yapılmış Seyyide Zeynep Camisi ve Rukiye Türbesi, İran'dan gelenlerle dolup taşıyor.
Bu arada Türkiye izlerine her yerde rastlayabiliyorsunuz. Bunların arasında; Türkmenler, Türkçe konuştuğumuzu duyup yanımıza yanaşan Kilisli ayakkabı boyacıları, Tarkan ile Sibel Can şarkıları ve posterleri var.
Üç gün boyunca yaptığımız görüşmelerin ardından, Suriye ziyaretimizin son gününü Şam’ın hemen dışındaki tarihî yerleri gezmeye ayırdık. Bize yardımcı olan dostumuzun rehberliğinde ilk önce dünyanın tek Süryani üniversitesine gittik. Daha sonra dünyanın ilk manastırı Sayidnaya’yı gezdik. Son olarak da Malula köyüne gittik. Bu köyün özelliği, Hz. İsa’nın konuştuğu Aramca dilinin konuşulduğu, dünya üzerindeki son üç köyden biri olması. Diğer iki köy Müslüman ama Malula halkı Hıristiyan. Arapça ve diğer Orta Doğu dillerinin anası olarak kabul edilen Aramca’yı, bir yerliden dinleme imkanı da bulduk. Mel Gibson’ın yönettiği “Tutku” isimli filmde oynatılmak üzere, Malula köyünden Aramca bilenlerin götürüldüğü bilgisini de aldık.
Beş günlük Suriye gezimizin ardından Beyrut’a doğru yola çıktık. Şam ile Beyrut arasında dolmuş taksiler çalışıyor ve mesafe çok yakın. . Dağlık bir araziden geçtikten sonra Beyrut’a varıyorsunuz. Yüksek yerlerde hava koşulları çok uygun olmadığı için yolculuk normalden biraz daha uzun sürebiliyor. Suriye sınırında sanki “Lübnan hâlâ benim” dercesine Nasrallah posterleri ile uğurlanıyoruz. Lübnan’a girer girmez ise, Suriye karşıtı cephenin sembol ismi, öldürülen Refik Hariri’nin posterleri bizi karşılıyor. Bu arada Lübnan’a giriş yaptıktan hemen sonra, dağların arasında yeşil bir ova olarak görülen.ünlü Bekaa Vadisi’nin yanından geçiyorsunuz. Eskiden aralarında PKK ve ASALA’nın da bulunduğu birçok terör örgütünün en önemli üssü konumundaki yerde, artık herhangi bir terör faaliyetinin yürütülmediği bilgisini alıyoruz. Bölgede sadece Filistinli mültecilerin kampları bulunuyor. Dağların arasından geçerken eteklere yayılmış ihtişamlı ve korunaklı malikaneleri fark ediyoruz.
Dağları aştıktan sonra, bütün güzelliğiyle Beyrut karşınıza çıkıveriyor. Dağlarla deniz arasında kalmış Beyrut’a girince çok farklı bir şehre ve ülkeye girdiğinizi hissediyorsunuz. Burada kişilerin zenginliğinden öte ülkenin zenginliğini de açık bir şekilde görebiliyorsunuz. Son derece dinamik bir ekonomik yaşam söz konusu. Suriye’nin aksine, bir Batı şehrinde görebileceğiniz her marka, ürün ve reklama rastlıyorsunuz. Şehrin girişindeki yolun her iki tarafı fabrikalar ve satış yerleri ile dolu. Yine girişte karşımıza çıkan liman da son derece hareketli. Dolmuş taksiden inip otele gitmek üzere Beyrut’ta bir taksiye biniyoruz. Taksici Türk olduğumuzu öğrenince hemen konuşmaya başlıyor. Çok iyi İngilizce bilmesi bizi biraz şaşırtıyor. Daha sonra öğreniyoruz ki, Beyrut’ta insanların çoğu Fransızca ve İngilizce biliyor. Taksici “siz Lübnan’a askerlerinizi yollayıp yardım ediyorsunuz ama Sinyora’nın yaptığına bir bakın diyor”. Lübnan’ın Güney Kıbrıs Yönetimiyle Akdeniz’de ortak petrol arama çalışmalarından haberdar ve rahatsız olmuş. Kısa yolculuğumuz sırasında tamamen harap olmuş bir binanın yakınından geçiyoruz. “İsrail mi bombaladı?” diye sorunca, ‘’hayır’’ cevabını alıyoruz. Meğer eski Başbakan Refik Hariri’nin öldürüldüğü yerin hemen yanından geçiyormuşuz. Onarım çalışmaları devam ediyor ancak etraf halen hasarlı. Eylemin, çevre binalara verdiği zararı hayretler içinde izleyerek geçiyoruz.
Otelimiz Sünnilerin çoğunlukta olduğu batı Beyrut’ta bulunuyor. Yollar, binalar ve arabalar bakımlı ve lüks. Bunun yanında, iç savaş yıllarından kalma mermi izlerinin bulunduğu binalara da rastlayabiliyorsunuz. Sanki o yılları yaşıyormuşçasına heyecanlanıyoruz. Aslında çok gergin bir dönemde Beyrut’ta bulunmamıza rağmen, insanların son derece rahat olduklarını fark ediyoruz. Hizbullah ve Hristiyan lider Mişel Aoun’un liderliğindeki muhalefetin gösterileri devam ediyor. Bizim orada bulunduğumuz 10 Şubat’tan dört gün sonra, Refik Hariri’nin ikinci ölüm yıldönümü. Sünniler ve bazı Hristiyanların desteklediği, iktidardaki 14 Mart Koalisyonu taraftarlarının 14 Şubat’ta gösteri düzenleyecek olması nedeniyle, iki grubun karşı karşıya gelerek çatışmaların çıkmasından endişe ediliyor. Daha birkaç hafta önce, iç savaş günlerini anımsatan ve dört kişinin ölümüyle sonuçlanan olaylardan dolayı bir tedirginlik var. Bu nedenle yoğun güvenlik önlemlerinin alındığını görüyoruz. Neredeyse her cadde başında zırhlı araçlar ve askerler bulunuyor. Ancak buna rağmen gergin bir hava hissetmiyorsunuz. Hatta askerlerin yanına çok rahat bir şekilde yaklaşıp soru sorabiliyorsunuz. Güler yüzlü bir şekilde yanıtlıyorlar. İnsanlar, askerler ve zırhlı araçlar arasında çok rahat bir şekilde yaşamlarına devam ediyor. Beyrut’ta, başı kapalı ve açık giyinen bayanların hep birlikte deniz kenarında dolaştığına şahit oluyoruz.
Beyrut’u keşfe çıktığımızda, dikenli tellerle çevrilmiş hükümet binasının bulunduğu ve “downtown” olarak adlandırılan bölgeye ulaşıyoruz. Hükümet binası Osmanlı zamanında kışla olarak kullanılan tarihî ve son derece etkileyici bir bina. Başbakan danışmanı ile yaptığımız görüşme sayesinde gezdiğimiz binanın içinin de aynı derecede etkileyici olduğunu görüyoruz. Hükümet binasının etrafında dizi dizi beyaz çadırlar fark ediyoruz. Bunların protestocular olduğunu tahmin ediyoruz ve tedirgin bir şekilde aralarına giriyoruz. Bu göstericiler yürüyüş yapan ve sloganlar atan faal göstericiler gibi değiller.Çadırlar kurmuşlar ve burada yaşıyorlar. Bölge tam bir yaşam alanına çevrilmiş durumda. Aralarına girince çadırların içlerine göz ucuyla bakıyoruz. O kısa sürede dikkatimizi çeken iki şey televizyon ve elektrik oluyor. Su ve yemek ihtiyaçlarını burada gideriyorlar. Hükümet istifa edene kadar çadırları kaldırmayacaklarını söylüyorlar. Bir anlamda pasif direniş sergiliyorlar. Her tarafta Nasrallah’ın, Mişel Aoun’un, Nebih Berri’nin posterleri var. Lübnan’da muhalefet sadece Şiiler ve Hristiyanlarla sınırlı değil; Komünist Parti gibi solcu partilerden de destek alıyorlar. Bu nedenle, Che posterleri ve Sovyetler Birliği bayraklarına da rastlıyorsunuz. Ortak bir amaç etrafında kenetlenmiş durumdalar.
“Orta Doğu’da kitaplar Kahire’de yazılır, Beyrut’ta basılır ve Bağdat’ta okunur” sözünü doğrularcasına, her tarafta kitapçı görmeniz mümkün. Farklı isimlerde çok sayıda bankaya da rastlıyoruz. . Bankacılık sektörünün gelişmişliği açısından “Orta Doğu’nun İsviçre’si” olarak adlandırılan Lübnan’da, iç savaş yıllarında bile hiç aksamadan işlemeye devam eden sektörün bankacılık olduğunu öğreniyoruz. Batı Beyrut’ta yeni ve modern binaların yapımına şahit oluyoruz. Bütün bunları görünce iki tespitte bulunuyoruz. Birincisi, kesinlikle birkaç ay önce savaştan çıkmış bir şehirde değiliz. Yıkım yok, insanlar rahat, eğlence devam ediyor. İkincisi, otelimizin bulunduğu Batı Beyrut’u ve Hıristiyanların çoğunluğunu oluşturduğu Doğu Beyrut’u, Refik Hariri’nin iç savaş sonrasında yeniden yapılandırdığını ve Paris’teki Champs Elysées’yianımsatan yerleri görünce, Beyrut için kullanılan “Orta Doğu’nun Paris’i” yakıştırmasının ne kadar yerinde olduğunu düşünüyoruz.
Ancak bu iki yargıya biraz çabuk vardığımızı Güney Beyrut’u görünce anlıyoruz. Beyrut’ta bulunan “Stratejik Araştırmalar Merkezi” Başkanlığı görevini yürüten ve Türkiye’de de iyi tanınan Muhammed Nurettin’in rehberliğinde Güney Lübnan’ı gezince, “iki farklı Beyrut var” kanısına ulaşıyoruz. Batı Beyrut’ta, “yazın savaştan çıkmış Beyrut burası mı” diye düşünürken, İsrail’in bilinçli olarak ve sadece Şiilerin yoğun yaşadığı ve Hizbullah’ın etkin olduğu Güney Beyrut’u bombaladığının belirtilerine rastlıyoruz. Son savaşın izlerini her tarafta görebiliyorsunuz. Her yerde bombalanmış ve yıkılmak üzere olan ve tamamen yerle bir olmuş binalar bulunuyor. Lübnan’da herkes Hizbullah’ın son savaşta zafer kazandığını düşünüyor. Biz zaferin faturasının ne kadar ağır olduğunu gözlemliyoruz. Güney Beyrut sadece savaşın izlerini taşıması açısından değil, yapısı itibarıyla da batı ve doğu Beyrut’tan tamamen farklı. Buradan arabayla on dakikalık bir mesafede olan bu kesimde hem insanlar hem de fiziki ortam bir anda değişiveriyor. Burada daha muhafazakar bir ortam var. Kadınların büyük çoğunluğu kapalı. Genel bir dağınıklık ve fakirlik hakim. Beyrut’un bir diğer özelliği, girilen mahalle ya da bölgeye göre siyasal sembollerin de hemen değişmesi. Batı Beyrut’ta her yerde karşımıza çıkan Hariri posterlerinin aksine, burada Hizbullah lideri Nasrallah, diğer Şii partisi Emel’in amblemleri, Humeyni ve Emel’in kurucusu Musa Sadr’ın resimlerine rastlıyorsunuz. Bu arada resimlerle, bölgenin zenginliği ve fakirliği arasında doğrudan bir ilişki var. Yine her tarafta, son savaşta ölen Hizbullah üyelerinin resimlerini de görebiliyorsunuz. Bu bölge, dediğimiz gibi daha geri kalmış, muhafazakar ve dağınık. Arabalar, binalar ve yollar birden eskiyor. Burada Batı Beyrut’ta neredeyse cadde başı rastladığımız askerler ve zırhlı araçlar yok. Burası tamamen Hizbullah’ın kontrol ettiği bir bölge ve ulusal ordu veya polis gücü buraya giremiyor gibi görünüyor. Hizbullah için sık sık kullanılan “devlet içinde devlet” tanımlamasına bir anlamda şahit oluyoruz. Bunları gördükten sonra Hizbullah’ın sadece İsrail’e karşı mücadele yürüten silahlı bir örgütün ötesinde, Lübnan halkının çok önemli bir kısmını temsil eden, siyasi ve toplumsal bir olgu olduğu sonucuna ulaşıyoruz. Lübnan’da Hizbullah’ı dışlayarak herhangi bir sonuca ulaşmak gerçekten zor gözüküyor. Hele ki Hizbullah’ın silahsızlandırılması gibi konuların, en azından orta vadede imkansız olduğu hissine kapıldık. Bu arada Hizbullah’ın üst düzey bir yöneticisiyle görüşmek, daha doğrusu görüşme öncesi hazırlıklar yapmak üzere Güney Beyrut’ta Hizbullah’ın bürosuna gittik. Yetkiliyle görüşmeden önce çeşitli formlar doldurmanız gerekiyor. İyi örgütlenmişler ve güvenlik üst düzeyde. Ancak kesinlikle dışarıya kapalı değiller. Karşılaştığımız Hizbullah üyeleri, yaratılmak istenen “korkutucu” imajdan farklı olarak cana yakın davranan insanlar.
Lübnan’da da Ermenilerin yaşadığı bir semt bulunuyor. Lübnan’da konuştuğumuz kişiler Ermenileri ayırıyorlar. Taşnak partisi ve kilisenin Türk karşıtlığını körüklediğini ama halkın genelinin Türklere karşı ılımlı olduğunu öğreniyoruz. Yine tespit edememekle birlikte, gizlice Türk televizyonlarını izledikleri bilgisini alıyoruz. Düşmanlıktan çok, bir kırgınlığın varlığından söz ediliyor. Doğruluğunu bilememekle beraber, Lübnan’da Türk köylerinin var olduğunu da öğreniyoruz. Söylenenlere göre 10 Türk köyü bulunuyor. Her birinde yaklaşık 4-5 bin civarında insanın yaşadığı, yani toplam 40-50 bin Türk’ün olabileceği bilgisi veriliyor. Tabi Lübnan’da da Osmanlı ve Türkiye izlerine her yerde rastlayabiliyorsunuz. Lübnan’da çok yaygın olan nargilenizi içerken, garson yanınıza yaklaşıp “nerelisin dostum” diyebiliyor. Ya da bir kitapçıya girip sahibiyle sohbet ederken Türkiye’den olduğunuzu söyleyince, babasının siyah beyaz fesli resmini gösterip, övünerek “Osmanlı ordusundaydı ” demesine şahit olabiliyorsunuz. Lübnan’da bilgi edindiğimiz bir başka konu ise Türk hanımlarla evlenmenin Lübnan’da bir itibar olduğu. Bu nedenle birçok Lübnanlı zenginin Türk eşi olduğunu öğreniyoruz.
Beyrut’ta bazen kendinizi bir Orta Doğu şehrinde dolaşıyormuş gibi hissetmiyorsunuz. Ama Beyrut’u güzel kılan, tam bu anlarda bir Orta Doğu şehrinde olduğunuzu bir şekilde size hatırlatması. Bu iki zıtlığı bir arada yaşatması, karmaşık yapısı, tarihi ve onu hissettirmesi ile Beyrut gerçekten etkileyici bir şehir...
Lübnan gezimizin son gününde Genelkurmay Başkanlığımızın izni ile, Birleşmiş Milletler Barış Gücü kapsamında Güney Lübnan’da bulunan askerî birliğimizi ziyaret ettik. Askerî ataşeliğimizin yardımıyla, Beyrut’tan Sur şehrine doğru yola çıktık. İlk olarak, Sayda şehrini geçtik. Burada da Hariri’nin posterleri ile karşılaştık. . Oradan 45 dakika süren yolculuğun ardından Sur şehrine ulaştık. Yol boyunca tüm köprülerin vurulmuş olduğu dikkatimizi çekiyor. Onarım çalışmaları halen sürüyor. Köprülerin olduğu yerlerde geçişleri tali yollardan veriyorlar. Sur şehrine girer girmez anayol boyunca Hizbullah, Nasrallah ve son savaşta ölen şehitlerin resimleri karşınıza çıkıyor. Türk birliği, Sur kentini geçtikten hemen sonra kıyıdan içeri 7 ila 10 km uzaklıkta, Şatiye yolu üzerinde bulunuyor. Karargâha girer girmez etkileniyoruz. Her zaman olduğu gibi düzen ve tertip hakim. Bölük komutanımız yapılan çalışmalar hakkında bilgi veriyor. Gururlanıyoruz. Ama diğer taraftan da bu güzel çalışmalardan neden kimsenin haberi yok diye hayıflanıyoruz. Bir dönem Lübnan’a asker gönderilmesi meselesi her gün medyada tartışılırken, muhtemelen şu anda büyük çoğunluk Lübnan’da Türk askerinin varlığından bile haberdar değildir. Esasen, Türk birliği ziyaret ettiğimiz kara birliğinden ibaret değil. Çoğunluğu deniz kuvvetlerinde hizmet veriyor. “Türk İstihkam İnşaat Bölüğü” olarak geçen kara birliğimizde toplam 262 personel görev yapıyor. Birlik, güvenlik ve ulaşım zorluğu nedeniyle ancak bulunduğu alana yakın köylere yardım yapabiliyor. Esas görevi inşaat ve altyapı çalışmaları üzerine olan birliğimiz, diğer birliklerin inşa çalışmalarına yardım görevi yürütmüş. Ancak birliğimiz bu çalışmalarla sınırlı kalmayıp, Birleşmiş Milletler karargâhına projeler sunarak bazı sivil faaliyetlerde de bulunabiliyor. Bu anlamda büyük işlere imza atmışlar. Halka yönelik çalışmaların en önemlisi, çevre yerleşim birimlerinde muhtarlıklarla ortak çalışarak tespit edilen dul, yetim ve fakirlere sağlanan gıda ve sağlık yardımları. Yine bir yerleşim alanında halkın kullanımı için bir futbol sahası inşa edilmiş. Müslüman bir ülke olmanın avantajı kullanılarak dinî bayramlarımızda halkla bir araya geliniyor ve hatta Güney Lübnan halkı bayramlarda kendiliğinden birliğimizi ziyaret ediyor. Halkla iletişim kurma konusunda yeni projelerin olduğu da ifade edildi. Bölge halkının Türk askerine ve Türkiye’ye bakışı son derece olumlu. Bir Lübnanlı’nın askerlerimize söylediği “Lübnan’a Yeniden Hoşgeldiniz” cümlesi, halkın Türk askerine bakış açısını göstermesi açısından çarpıcı. . Güney Lübnan şimdilik çok sakin. Birleşmiş Milletler askerleri ile halk arasında bugüne kadar herhangi bir sorun yaşanmamış. Birliğimizden, Güney Lübnan halkının düşünülenin aksine radikal değil, ılımlı oldukları bilgisini alıyoruz. Tabi ki Hizbullah’a yoğun bir destek var. Birçok kişinin “Ben Hizbullah’ım” diyerek, Hizbullah’ın sadece üyelerinden oluşmadığı, halkın kendisinin Hizbullah olduğu yorumu yapılıyor. Güney Lübnan’da herhangi bir sorun çıkmasından endişelenilmiyor. Ancak, Beyrut’ta çıkacak bir sorunun güneye yansımasından çekinilmekte. Bu arada eğer bir sorun yaşanacak ya da bir saldırı gerçekleşecekse de bunun Türk askerine yönelik olma ihtimalinin çok düşük olduğunu görüyoruz. Fransa’ya karşı ciddi bir kızgınlık söz konusu olduğu için, ilk sırada Fransız askerlerinin geldiği söylenebilir. Bunda, Fransa yönetiminin Lübnan’da iktidarı yoğun olarak desteklemesinin rolü büyük. Fransızları ise İspanyol askerleri takip ediyor.
Bizim için çok önemli bu son görüşmemizi tamamladıktan sonra Beyrut’a döndük. Çok faydalı bir program takip etmiş olmanın verdiği rahatlıkla, Orta Doğu’nun bu güzel şehrinde son akşamımızı birer turist gibi etrafı gezerek geçiriyoruz. Beyrut’tan ayrılmak zor da olsa artık Türkiye’yi özlediğimizi hissederek Ankara’ya doğru yola çıkıyoruz.
Yolculuğumuz Antakya’dan bindiğimiz otobüsle başladı. Cilvegözü sınır kapısına ulaşmamız yaklaşık 45 dakika sürdü. Sınır kapısına yaklaşırken dikkatimizi çeken ilk şey uzun sıralar oluşturmuş tır konvoylarıydı. Sonradan öğrendiğimize göre kimi tırlar sınırı geçmek için bir hafta bekliyormuş. Son yıllarda hep duyduğumuz Türkiye-Suriye arasındaki ticaretin hızlı bir şekilde arttığının işareti olduğunu düşünerek sınıra vardık. Sınır kapısına ulaştığımızda, inşaat çalışmalarının devam etmesine rağmen, bu kadar yoğun geçişlerin olduğu bir sınır kapısının derme çatma yapılardan oluşması bizi biraz hayal kırıklığına uğrattı.
Suriye’ye geçiş ile birlikte değişen mimariyi, kubbeli evleri ve insanları inceleyerek Halep’e vardık. Halep’e girerken sizi “İslami Kültürün Başkenti” ilanları karşılıyor. Bunu doğrularcasına, Halep’in son derece muhafazakar bir şehir olduğu gözlemini yapıyoruz. Sokakta kadınların çok fazla dolaşmadığını ve büyük çoğunluğunun kapalı olduğunu görüyoruz. Ama kesinlikle bir yasak yok ve son derece modern tarzda giyinmiş insanlar da görmek mümkün. Ayrıca kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Dikkatimizi çeken bir diğer nokta ise, Hafız Esad – Beşar Esad ve Nasrallah posterlerinin yoğunluğuydu. Neredeyse arabaların tamamında Beşar Esad’ın siluetinin bulunduğu çıkartmalar bulunuyor. Son İsrail-Hizbullah Savaşı ile birlikte Arap Dünyasında popülaritesini artıran ama özellikle Suriye’de büyük sempati duyulan Nasrallah, halen insanların işyerlerini ve arabalarının camlarını süslemeye devam ediyor. Esasında bu resimlerin asılması konusunda herhangi bir zorunluluk bulunmamakta. Zorunlu olmadığı halde asılıyor olmasının iki gerekçesi olabilir. Birincisi, insanlar rejime yakın gözükmek, sorun çıkmasını önlemek yani bir korku sonucu resimleri asıyor olabilir. İkinci olasılık ise, halk bunu isteyerek ve içten gelen bir sevgiyle yapmaktadır. Suriye’de kaldığımız beş gün içinde bunu tespit etmek tabi ki zordu.
Halep’le ilgili temel izlenimlerimiz şunlar: tarihsel bir dokunun varlığı, etkileyici camiler, geleneksel esnaf çarşıları, yoğun trafik, eski arabalar, bakımsız binalar ve genel bir fakirlik. Tarihsel bir Anadolu kasabasını andıran bir havası var. Ayrıca, Zekeriya Cami, Halep Kalesi ve Halep Kapalı Çarşısı gerçekten görülmeye değer yerler. İstanbul’da bulunan bazı binaları anımsatan, Fransız mandası döneminden kaldığını tahmin ettiğimiz etkileyici binalar da var. Ancak o kadar bakımsızlar ki, gerçek değerlerini yansıtamıyorlar. Halep halkı turistlere karşı büyük ilgi gösteriyor ve yardımcı olmaya çalışıyor yani, bizdeki konukseverliğe burada da şahit oluyorsunuz. Özellikle, Türkiye’den olduğunuzu öğrenince daha çok ilgileniyorlar.
Halep’te ilk iş, kendimize bir otel buluyoruz. Şehrin genel dokusuna uygun tarihî bir binaya giriyoruz. Girişte yaşlı bir hanım karşılıyor bizi, İngilizce konuşuyoruz. Nereden olduğumuzu öğrenince, Türkçe “bırak o zaman İngilizce konuşmayı” diyor. Şaşırıyoruz ve Türk olup olmadığını soruyoruz. Bu sefer de kızgın bir şekilde “Türk değilim” diyor ve kısaca hikayesini anlatıyor. Ailesinin 1915 yılında zorunlu göç sırasında Halep’e yerleştiğini ve Ermeni olduğunu söylüyor. Türkçe’yi gayet iyi konuşuyor. Zaten sonradan Suriye’de Türkçe’yi en güzel konuşanların Ermeniler olduğunu öğreniyoruz. Hrant Dink’in öldürülmesini eleştirerek, “Öldürülmeseydi Halep’e bir konuşma yapmak için gelecekti” diyor. Başlangıçta biraz tepkili bir davranış sergilese de, konuşma geliştikçe yardımcı olmaya başlıyor venerelere gitmemiz, nelere dikkat etmemiz gerektiği konusunda bizi bilgilendiriyor.
Kısa bir şehir turu yapmak için sokağa çıktığımızda, yine dikkatimizi Ermenice isimlendirilmiş dükkanlar çekiyor. Ermeni mahallesinde olduğumuzu anlıyoruz. Halep’te gerçekleştirdiğimiz konuşmalar sonucu, şehirde yaşayan toplam Ermeni sayısının şu anda Türkiye’dekinden daha fazla olduğunu öğreniyoruz. Sayılarının yaklaşık yetmiş bin civarında olduğu bilgisi veriliyor. Halep’te geçirdiğimiz bir gecenin ardından, yine otel sahibi hanımın yardımıyla, Şam’a giden otobüslerin kalktığı terminale doğru yola çıkıyoruz. Otel sahibesinin Türk televizyon kanallarından birinde sabah programı izlediğini görüyoruz. Hama ve Hums şehirlerini geçerek, beş saatlik bir yolculuk sonunda Şam’a varıyoruz.
Şam, Halep’ten çok farklı bir şehir olduğunu hemen belli ediyor. . Halep’e göre çok daha büyük ve zengin bir şehir. Halep’te ve Şam’da ortak olan nokta, Batının izlerini fazla hissedemememiz ve göremememiz. Halep gibi, Şam’da da arabaların büyük çoğunluğunun Güney Kore malı olması dikkatimizi çekiyor. Nedenini ise sonradan öğreniyoruz. Bu markaların İran’da fabrikaları olduğunu ve İran’dan geldikleri bilgisi veriliyor. Halep’tekiler kadar olmasa da arabaların birçoğu yine eski. Buna rağmen, Şam’da ciddi bir zenginlik de gözlemleyebiliyorsunuz. . Son model ve lüks arabalara her yerde rastlayabilirsiniz. Özellikle bazı bölgelerde hem evler hem de arabalar son derece lüks. Bu bölgelerin diğer bölgelere göre daha fazla korunduğunu görebiliyorsunuz. Şam'ın zenginliği konusunda şu söylenebilir: kişisel zenginlik çok fazla ama ülkenin zenginliğini hissedemiyorsunuz. Üretim, alışveriş ve iş yaşamının dinamik ortamı yok. Şam’a girişte diğer büyük şehirlere girerken gördüğünüz sıra sıra fabrikaları göremiyorsunuz. Halk genelde oldukça fakir ve Şam'ın birçok güzel yeri olmakla beraber, yerleşim genel olarak düzensiz.
Şam’da, Nasrallah posterlerinin Halep’teki kadar yoğun olmayışı dikkatimizi çekiyor. Savaştan hemen sonraki dönemde Nasrallah posterlerinin yoğun olduğu bilgisi veriliyor, ancak Halep’te devam eden ilgiyi göremiyoruz. Hafız Esad, Beşar Esad ve Beşar’ın 1994 yılında ölen ağabeyi Basil Esad’ın posterlerini yine her tarafta görebiliyorsunuz ancak Halep’teki gibi neredeyse her arabada bulunan Beşar Esad çıkartmalarına rastlamıyorsunuz. Bu arada, tüm kamu kuruluşları odalarında Hafız Esad'la birlikte Beşar Esad’ın posterleri yan yana asılı duruyor.
Şam halkı eğlenceye düşkün. Öğlen saat 2-3 gibi biten mesailerinin ardından uyuyorlar. Akşamüstü genellikle hazırlanıp yemek yemeye, eğlenmeye gidiyorlar. Son derece renkli bir gece yaşamı var. Restoranlar, kafeler gençlerle doluyor. Avrupa’yı anımsatan kafeler var. Özel alandaki serbestlik açık olarak görülebiliyor. Kimse insanların giyimine kuşamına, eğlencesine karışmıyor. Kamu alanı yönetime bırakılmış, özel alanda ise halk mutluluk ve güvenlik içinde yaşamını sürdürüyor görüntüsü var. Bu arada, suç oranının da son derece düşük olduğu bilgisini alıyoruz. Bunda cezaların ağır olmasının ve sivil polislerin halk arasında dolaşmasının etkili olduğunu düşünüyoruz. Suriye’de, güvenliğin öncelikli bir konumda olduğunu düşünecek olursak, böyle bir sonuç normal sayılabilir. Trafikte, sokakta birbirine bağıran insanlara çok sık rastlıyorsunuz. İnsanda sempati uyandıran bir kızgınlık halleri var.
Düz bir alana kurulu Şam’ın hemen yanı başında Cebel-i Kasr (Kasr Dağları) olarak adlandırılan tepe bulunuyor. “Muhacirin semti” olarak adlandırılan tepenin eteklerinde, bizdeki gecekondulaşmayı andıran bir yapılanma söz konusu. Evler üst üste yığılmış durumda. Bu tepelerin üstünde, Şam’ı izleyerek yemek yiyebileceğiniz restoranlar var. Gerçekten etkileyici. Üzücü olansa, Şam’a tepeden baktığınızda hiçbir yeşillik görememeniz. Beton binalar bütün şehri kaplamış durumda.
Bu arada etrafta çok sayıda İranlı turiste rastlayabiliyorsunuz. Şam’ın ünlü Hamidiye Çarşısı’nda alışveriş yaparken Türkçe konuştuğumuzu duyan İranlı bir hanım, esnafla anlaşamadığı için Türkçe yardımımızı istiyor. Yanımızda hem Türkçe hem de Arapça bilen dostumuzun yardımıyla esnafla anlaşıyoruz. Nereli olduğunu sorduğumuzda “İran Tebriz’denim Azerbaycan Türküyüm” cevabını veriyor. Türkçe’si bizim Türkçe’mize çok benziyor. Şiilerin Şam’da birçok kutsal mekanı olduğu için İranlı turist sayısı fazla. Hz. Ali'nin ağabeyi İmamî Caferi Sadık'ın türbesi, Kerbela Şehitleri'nin kabirleri, Hz. Ali'nin kızı adına yapılmış Seyyide Zeynep Camisi ve Rukiye Türbesi, İran'dan gelenlerle dolup taşıyor.
Bu arada Türkiye izlerine her yerde rastlayabiliyorsunuz. Bunların arasında; Türkmenler, Türkçe konuştuğumuzu duyup yanımıza yanaşan Kilisli ayakkabı boyacıları, Tarkan ile Sibel Can şarkıları ve posterleri var.
Üç gün boyunca yaptığımız görüşmelerin ardından, Suriye ziyaretimizin son gününü Şam’ın hemen dışındaki tarihî yerleri gezmeye ayırdık. Bize yardımcı olan dostumuzun rehberliğinde ilk önce dünyanın tek Süryani üniversitesine gittik. Daha sonra dünyanın ilk manastırı Sayidnaya’yı gezdik. Son olarak da Malula köyüne gittik. Bu köyün özelliği, Hz. İsa’nın konuştuğu Aramca dilinin konuşulduğu, dünya üzerindeki son üç köyden biri olması. Diğer iki köy Müslüman ama Malula halkı Hıristiyan. Arapça ve diğer Orta Doğu dillerinin anası olarak kabul edilen Aramca’yı, bir yerliden dinleme imkanı da bulduk. Mel Gibson’ın yönettiği “Tutku” isimli filmde oynatılmak üzere, Malula köyünden Aramca bilenlerin götürüldüğü bilgisini de aldık.
Beş günlük Suriye gezimizin ardından Beyrut’a doğru yola çıktık. Şam ile Beyrut arasında dolmuş taksiler çalışıyor ve mesafe çok yakın. . Dağlık bir araziden geçtikten sonra Beyrut’a varıyorsunuz. Yüksek yerlerde hava koşulları çok uygun olmadığı için yolculuk normalden biraz daha uzun sürebiliyor. Suriye sınırında sanki “Lübnan hâlâ benim” dercesine Nasrallah posterleri ile uğurlanıyoruz. Lübnan’a girer girmez ise, Suriye karşıtı cephenin sembol ismi, öldürülen Refik Hariri’nin posterleri bizi karşılıyor. Bu arada Lübnan’a giriş yaptıktan hemen sonra, dağların arasında yeşil bir ova olarak görülen.ünlü Bekaa Vadisi’nin yanından geçiyorsunuz. Eskiden aralarında PKK ve ASALA’nın da bulunduğu birçok terör örgütünün en önemli üssü konumundaki yerde, artık herhangi bir terör faaliyetinin yürütülmediği bilgisini alıyoruz. Bölgede sadece Filistinli mültecilerin kampları bulunuyor. Dağların arasından geçerken eteklere yayılmış ihtişamlı ve korunaklı malikaneleri fark ediyoruz.
Dağları aştıktan sonra, bütün güzelliğiyle Beyrut karşınıza çıkıveriyor. Dağlarla deniz arasında kalmış Beyrut’a girince çok farklı bir şehre ve ülkeye girdiğinizi hissediyorsunuz. Burada kişilerin zenginliğinden öte ülkenin zenginliğini de açık bir şekilde görebiliyorsunuz. Son derece dinamik bir ekonomik yaşam söz konusu. Suriye’nin aksine, bir Batı şehrinde görebileceğiniz her marka, ürün ve reklama rastlıyorsunuz. Şehrin girişindeki yolun her iki tarafı fabrikalar ve satış yerleri ile dolu. Yine girişte karşımıza çıkan liman da son derece hareketli. Dolmuş taksiden inip otele gitmek üzere Beyrut’ta bir taksiye biniyoruz. Taksici Türk olduğumuzu öğrenince hemen konuşmaya başlıyor. Çok iyi İngilizce bilmesi bizi biraz şaşırtıyor. Daha sonra öğreniyoruz ki, Beyrut’ta insanların çoğu Fransızca ve İngilizce biliyor. Taksici “siz Lübnan’a askerlerinizi yollayıp yardım ediyorsunuz ama Sinyora’nın yaptığına bir bakın diyor”. Lübnan’ın Güney Kıbrıs Yönetimiyle Akdeniz’de ortak petrol arama çalışmalarından haberdar ve rahatsız olmuş. Kısa yolculuğumuz sırasında tamamen harap olmuş bir binanın yakınından geçiyoruz. “İsrail mi bombaladı?” diye sorunca, ‘’hayır’’ cevabını alıyoruz. Meğer eski Başbakan Refik Hariri’nin öldürüldüğü yerin hemen yanından geçiyormuşuz. Onarım çalışmaları devam ediyor ancak etraf halen hasarlı. Eylemin, çevre binalara verdiği zararı hayretler içinde izleyerek geçiyoruz.
Otelimiz Sünnilerin çoğunlukta olduğu batı Beyrut’ta bulunuyor. Yollar, binalar ve arabalar bakımlı ve lüks. Bunun yanında, iç savaş yıllarından kalma mermi izlerinin bulunduğu binalara da rastlayabiliyorsunuz. Sanki o yılları yaşıyormuşçasına heyecanlanıyoruz. Aslında çok gergin bir dönemde Beyrut’ta bulunmamıza rağmen, insanların son derece rahat olduklarını fark ediyoruz. Hizbullah ve Hristiyan lider Mişel Aoun’un liderliğindeki muhalefetin gösterileri devam ediyor. Bizim orada bulunduğumuz 10 Şubat’tan dört gün sonra, Refik Hariri’nin ikinci ölüm yıldönümü. Sünniler ve bazı Hristiyanların desteklediği, iktidardaki 14 Mart Koalisyonu taraftarlarının 14 Şubat’ta gösteri düzenleyecek olması nedeniyle, iki grubun karşı karşıya gelerek çatışmaların çıkmasından endişe ediliyor. Daha birkaç hafta önce, iç savaş günlerini anımsatan ve dört kişinin ölümüyle sonuçlanan olaylardan dolayı bir tedirginlik var. Bu nedenle yoğun güvenlik önlemlerinin alındığını görüyoruz. Neredeyse her cadde başında zırhlı araçlar ve askerler bulunuyor. Ancak buna rağmen gergin bir hava hissetmiyorsunuz. Hatta askerlerin yanına çok rahat bir şekilde yaklaşıp soru sorabiliyorsunuz. Güler yüzlü bir şekilde yanıtlıyorlar. İnsanlar, askerler ve zırhlı araçlar arasında çok rahat bir şekilde yaşamlarına devam ediyor. Beyrut’ta, başı kapalı ve açık giyinen bayanların hep birlikte deniz kenarında dolaştığına şahit oluyoruz.
Beyrut’u keşfe çıktığımızda, dikenli tellerle çevrilmiş hükümet binasının bulunduğu ve “downtown” olarak adlandırılan bölgeye ulaşıyoruz. Hükümet binası Osmanlı zamanında kışla olarak kullanılan tarihî ve son derece etkileyici bir bina. Başbakan danışmanı ile yaptığımız görüşme sayesinde gezdiğimiz binanın içinin de aynı derecede etkileyici olduğunu görüyoruz. Hükümet binasının etrafında dizi dizi beyaz çadırlar fark ediyoruz. Bunların protestocular olduğunu tahmin ediyoruz ve tedirgin bir şekilde aralarına giriyoruz. Bu göstericiler yürüyüş yapan ve sloganlar atan faal göstericiler gibi değiller.Çadırlar kurmuşlar ve burada yaşıyorlar. Bölge tam bir yaşam alanına çevrilmiş durumda. Aralarına girince çadırların içlerine göz ucuyla bakıyoruz. O kısa sürede dikkatimizi çeken iki şey televizyon ve elektrik oluyor. Su ve yemek ihtiyaçlarını burada gideriyorlar. Hükümet istifa edene kadar çadırları kaldırmayacaklarını söylüyorlar. Bir anlamda pasif direniş sergiliyorlar. Her tarafta Nasrallah’ın, Mişel Aoun’un, Nebih Berri’nin posterleri var. Lübnan’da muhalefet sadece Şiiler ve Hristiyanlarla sınırlı değil; Komünist Parti gibi solcu partilerden de destek alıyorlar. Bu nedenle, Che posterleri ve Sovyetler Birliği bayraklarına da rastlıyorsunuz. Ortak bir amaç etrafında kenetlenmiş durumdalar.
“Orta Doğu’da kitaplar Kahire’de yazılır, Beyrut’ta basılır ve Bağdat’ta okunur” sözünü doğrularcasına, her tarafta kitapçı görmeniz mümkün. Farklı isimlerde çok sayıda bankaya da rastlıyoruz. . Bankacılık sektörünün gelişmişliği açısından “Orta Doğu’nun İsviçre’si” olarak adlandırılan Lübnan’da, iç savaş yıllarında bile hiç aksamadan işlemeye devam eden sektörün bankacılık olduğunu öğreniyoruz. Batı Beyrut’ta yeni ve modern binaların yapımına şahit oluyoruz. Bütün bunları görünce iki tespitte bulunuyoruz. Birincisi, kesinlikle birkaç ay önce savaştan çıkmış bir şehirde değiliz. Yıkım yok, insanlar rahat, eğlence devam ediyor. İkincisi, otelimizin bulunduğu Batı Beyrut’u ve Hıristiyanların çoğunluğunu oluşturduğu Doğu Beyrut’u, Refik Hariri’nin iç savaş sonrasında yeniden yapılandırdığını ve Paris’teki Champs Elysées’yianımsatan yerleri görünce, Beyrut için kullanılan “Orta Doğu’nun Paris’i” yakıştırmasının ne kadar yerinde olduğunu düşünüyoruz.
Ancak bu iki yargıya biraz çabuk vardığımızı Güney Beyrut’u görünce anlıyoruz. Beyrut’ta bulunan “Stratejik Araştırmalar Merkezi” Başkanlığı görevini yürüten ve Türkiye’de de iyi tanınan Muhammed Nurettin’in rehberliğinde Güney Lübnan’ı gezince, “iki farklı Beyrut var” kanısına ulaşıyoruz. Batı Beyrut’ta, “yazın savaştan çıkmış Beyrut burası mı” diye düşünürken, İsrail’in bilinçli olarak ve sadece Şiilerin yoğun yaşadığı ve Hizbullah’ın etkin olduğu Güney Beyrut’u bombaladığının belirtilerine rastlıyoruz. Son savaşın izlerini her tarafta görebiliyorsunuz. Her yerde bombalanmış ve yıkılmak üzere olan ve tamamen yerle bir olmuş binalar bulunuyor. Lübnan’da herkes Hizbullah’ın son savaşta zafer kazandığını düşünüyor. Biz zaferin faturasının ne kadar ağır olduğunu gözlemliyoruz. Güney Beyrut sadece savaşın izlerini taşıması açısından değil, yapısı itibarıyla da batı ve doğu Beyrut’tan tamamen farklı. Buradan arabayla on dakikalık bir mesafede olan bu kesimde hem insanlar hem de fiziki ortam bir anda değişiveriyor. Burada daha muhafazakar bir ortam var. Kadınların büyük çoğunluğu kapalı. Genel bir dağınıklık ve fakirlik hakim. Beyrut’un bir diğer özelliği, girilen mahalle ya da bölgeye göre siyasal sembollerin de hemen değişmesi. Batı Beyrut’ta her yerde karşımıza çıkan Hariri posterlerinin aksine, burada Hizbullah lideri Nasrallah, diğer Şii partisi Emel’in amblemleri, Humeyni ve Emel’in kurucusu Musa Sadr’ın resimlerine rastlıyorsunuz. Bu arada resimlerle, bölgenin zenginliği ve fakirliği arasında doğrudan bir ilişki var. Yine her tarafta, son savaşta ölen Hizbullah üyelerinin resimlerini de görebiliyorsunuz. Bu bölge, dediğimiz gibi daha geri kalmış, muhafazakar ve dağınık. Arabalar, binalar ve yollar birden eskiyor. Burada Batı Beyrut’ta neredeyse cadde başı rastladığımız askerler ve zırhlı araçlar yok. Burası tamamen Hizbullah’ın kontrol ettiği bir bölge ve ulusal ordu veya polis gücü buraya giremiyor gibi görünüyor. Hizbullah için sık sık kullanılan “devlet içinde devlet” tanımlamasına bir anlamda şahit oluyoruz. Bunları gördükten sonra Hizbullah’ın sadece İsrail’e karşı mücadele yürüten silahlı bir örgütün ötesinde, Lübnan halkının çok önemli bir kısmını temsil eden, siyasi ve toplumsal bir olgu olduğu sonucuna ulaşıyoruz. Lübnan’da Hizbullah’ı dışlayarak herhangi bir sonuca ulaşmak gerçekten zor gözüküyor. Hele ki Hizbullah’ın silahsızlandırılması gibi konuların, en azından orta vadede imkansız olduğu hissine kapıldık. Bu arada Hizbullah’ın üst düzey bir yöneticisiyle görüşmek, daha doğrusu görüşme öncesi hazırlıklar yapmak üzere Güney Beyrut’ta Hizbullah’ın bürosuna gittik. Yetkiliyle görüşmeden önce çeşitli formlar doldurmanız gerekiyor. İyi örgütlenmişler ve güvenlik üst düzeyde. Ancak kesinlikle dışarıya kapalı değiller. Karşılaştığımız Hizbullah üyeleri, yaratılmak istenen “korkutucu” imajdan farklı olarak cana yakın davranan insanlar.
Lübnan’da da Ermenilerin yaşadığı bir semt bulunuyor. Lübnan’da konuştuğumuz kişiler Ermenileri ayırıyorlar. Taşnak partisi ve kilisenin Türk karşıtlığını körüklediğini ama halkın genelinin Türklere karşı ılımlı olduğunu öğreniyoruz. Yine tespit edememekle birlikte, gizlice Türk televizyonlarını izledikleri bilgisini alıyoruz. Düşmanlıktan çok, bir kırgınlığın varlığından söz ediliyor. Doğruluğunu bilememekle beraber, Lübnan’da Türk köylerinin var olduğunu da öğreniyoruz. Söylenenlere göre 10 Türk köyü bulunuyor. Her birinde yaklaşık 4-5 bin civarında insanın yaşadığı, yani toplam 40-50 bin Türk’ün olabileceği bilgisi veriliyor. Tabi Lübnan’da da Osmanlı ve Türkiye izlerine her yerde rastlayabiliyorsunuz. Lübnan’da çok yaygın olan nargilenizi içerken, garson yanınıza yaklaşıp “nerelisin dostum” diyebiliyor. Ya da bir kitapçıya girip sahibiyle sohbet ederken Türkiye’den olduğunuzu söyleyince, babasının siyah beyaz fesli resmini gösterip, övünerek “Osmanlı ordusundaydı ” demesine şahit olabiliyorsunuz. Lübnan’da bilgi edindiğimiz bir başka konu ise Türk hanımlarla evlenmenin Lübnan’da bir itibar olduğu. Bu nedenle birçok Lübnanlı zenginin Türk eşi olduğunu öğreniyoruz.
Beyrut’ta bazen kendinizi bir Orta Doğu şehrinde dolaşıyormuş gibi hissetmiyorsunuz. Ama Beyrut’u güzel kılan, tam bu anlarda bir Orta Doğu şehrinde olduğunuzu bir şekilde size hatırlatması. Bu iki zıtlığı bir arada yaşatması, karmaşık yapısı, tarihi ve onu hissettirmesi ile Beyrut gerçekten etkileyici bir şehir...
Lübnan gezimizin son gününde Genelkurmay Başkanlığımızın izni ile, Birleşmiş Milletler Barış Gücü kapsamında Güney Lübnan’da bulunan askerî birliğimizi ziyaret ettik. Askerî ataşeliğimizin yardımıyla, Beyrut’tan Sur şehrine doğru yola çıktık. İlk olarak, Sayda şehrini geçtik. Burada da Hariri’nin posterleri ile karşılaştık. . Oradan 45 dakika süren yolculuğun ardından Sur şehrine ulaştık. Yol boyunca tüm köprülerin vurulmuş olduğu dikkatimizi çekiyor. Onarım çalışmaları halen sürüyor. Köprülerin olduğu yerlerde geçişleri tali yollardan veriyorlar. Sur şehrine girer girmez anayol boyunca Hizbullah, Nasrallah ve son savaşta ölen şehitlerin resimleri karşınıza çıkıyor. Türk birliği, Sur kentini geçtikten hemen sonra kıyıdan içeri 7 ila 10 km uzaklıkta, Şatiye yolu üzerinde bulunuyor. Karargâha girer girmez etkileniyoruz. Her zaman olduğu gibi düzen ve tertip hakim. Bölük komutanımız yapılan çalışmalar hakkında bilgi veriyor. Gururlanıyoruz. Ama diğer taraftan da bu güzel çalışmalardan neden kimsenin haberi yok diye hayıflanıyoruz. Bir dönem Lübnan’a asker gönderilmesi meselesi her gün medyada tartışılırken, muhtemelen şu anda büyük çoğunluk Lübnan’da Türk askerinin varlığından bile haberdar değildir. Esasen, Türk birliği ziyaret ettiğimiz kara birliğinden ibaret değil. Çoğunluğu deniz kuvvetlerinde hizmet veriyor. “Türk İstihkam İnşaat Bölüğü” olarak geçen kara birliğimizde toplam 262 personel görev yapıyor. Birlik, güvenlik ve ulaşım zorluğu nedeniyle ancak bulunduğu alana yakın köylere yardım yapabiliyor. Esas görevi inşaat ve altyapı çalışmaları üzerine olan birliğimiz, diğer birliklerin inşa çalışmalarına yardım görevi yürütmüş. Ancak birliğimiz bu çalışmalarla sınırlı kalmayıp, Birleşmiş Milletler karargâhına projeler sunarak bazı sivil faaliyetlerde de bulunabiliyor. Bu anlamda büyük işlere imza atmışlar. Halka yönelik çalışmaların en önemlisi, çevre yerleşim birimlerinde muhtarlıklarla ortak çalışarak tespit edilen dul, yetim ve fakirlere sağlanan gıda ve sağlık yardımları. Yine bir yerleşim alanında halkın kullanımı için bir futbol sahası inşa edilmiş. Müslüman bir ülke olmanın avantajı kullanılarak dinî bayramlarımızda halkla bir araya geliniyor ve hatta Güney Lübnan halkı bayramlarda kendiliğinden birliğimizi ziyaret ediyor. Halkla iletişim kurma konusunda yeni projelerin olduğu da ifade edildi. Bölge halkının Türk askerine ve Türkiye’ye bakışı son derece olumlu. Bir Lübnanlı’nın askerlerimize söylediği “Lübnan’a Yeniden Hoşgeldiniz” cümlesi, halkın Türk askerine bakış açısını göstermesi açısından çarpıcı. . Güney Lübnan şimdilik çok sakin. Birleşmiş Milletler askerleri ile halk arasında bugüne kadar herhangi bir sorun yaşanmamış. Birliğimizden, Güney Lübnan halkının düşünülenin aksine radikal değil, ılımlı oldukları bilgisini alıyoruz. Tabi ki Hizbullah’a yoğun bir destek var. Birçok kişinin “Ben Hizbullah’ım” diyerek, Hizbullah’ın sadece üyelerinden oluşmadığı, halkın kendisinin Hizbullah olduğu yorumu yapılıyor. Güney Lübnan’da herhangi bir sorun çıkmasından endişelenilmiyor. Ancak, Beyrut’ta çıkacak bir sorunun güneye yansımasından çekinilmekte. Bu arada eğer bir sorun yaşanacak ya da bir saldırı gerçekleşecekse de bunun Türk askerine yönelik olma ihtimalinin çok düşük olduğunu görüyoruz. Fransa’ya karşı ciddi bir kızgınlık söz konusu olduğu için, ilk sırada Fransız askerlerinin geldiği söylenebilir. Bunda, Fransa yönetiminin Lübnan’da iktidarı yoğun olarak desteklemesinin rolü büyük. Fransızları ise İspanyol askerleri takip ediyor.
Bizim için çok önemli bu son görüşmemizi tamamladıktan sonra Beyrut’a döndük. Çok faydalı bir program takip etmiş olmanın verdiği rahatlıkla, Orta Doğu’nun bu güzel şehrinde son akşamımızı birer turist gibi etrafı gezerek geçiriyoruz. Beyrut’tan ayrılmak zor da olsa artık Türkiye’yi özlediğimizi hissederek Ankara’ya doğru yola çıkıyoruz.
1 comment:
sizin gittiğiniz tarihlerde ben de suriye ve lübnan'ı ziyaret etmiştim.
yazınızdan anladığım kadarıyla aynı kaygıları taşıyoruz..
"gitmediğimiz,görmediğim köy bizim değildir"
internet sitemizi ziyaret ederseniz memnun olurum,yorumlarınızı bekliyorum..
www.idealeast.org
Post a Comment