Mısır’ın ev sahipliğinde Şarm El Şeyh’de gerçekleşen zirve sonrasında İsrail ve Filistin tarafları, şiddete son verilmesi konusunda anlaşma sağladılar. Bu ateşkes ilk değil ve son olmama ihtimali de bulunmaktadır. Daha önce bu yöndeki birçok girişim başarısız olmuştu. Çok genel anlamda bunun nedenlerinden biri olarak, o dönemki şartların barışın sağlanması için olgunlaşmamış olması söylenebilir. Bu yeni ateşkesi daha öncekilerden ayıran ve barış adına daha fazla umudun doğmasına neden olan ise şu anki ortamın farklı ve daha uygun olmasıdır.
Öncelikle Arafat’ın ölümü ve sonrasında Mahmut Abbas’ın yeni Filistin lideri olması, barış adına daha müsait bir ortam yaratmıştır. İki lider arasında İsrail-Filistin sorununa ve İsrail’le mücadele yöntemine ilişkin yaklaşım faklı bulunmaktadır. Hatta Abbas’ı Arafat’ın anti-tezi olarak ifade eden yorumcular da bulunmaktadır. Abbas, Arafat’tan farklı olarak, silahlı mücadelenin İsrail’e karşı Filistin tarafının müzakere gücünü zayıflattığını ve bu nedenle şiddete son verilmesi gerektiğini düşünmektedir. Dolayısıyla barışa ulaşmak için ilk adım niteliğindeki şiddete son verme konusunda Abbas’ın gerçekten çaba göstereceğini çünkü iradesinin bu yönde olduğunu söyleyebiliriz. Bu düşünce ve irade farkı tarafların masaya oturma olasılığı ve umutlarını artırmaktadır.
Sadece Filistin liderliğinin değil, Filistin halkının da iradesinin artık barış yönünde olduğu söylenebilir. Bir anlamda savaştan yorulan ve daha iyi yaşam koşulları peşindeki halk da sorunun çözülmesini ve barışın sağlanmasını istemektedir. Abbas’ın seçilmesi de Filistin halkının barış yönündeki isteğinin bir göstergesi olarak düşünülebilir.
Sağlanan bu ateşkesten beklentilerin yüksek olmasının bir diğer nedeni de ABD yönetiminin, Başkan George W. Bush’un ikinci dönemiyle beraber ilk döneminin aksine İsrail-Filistin sorununa yöneleceği yönündeki politika değişikliğinin işaretlerini vermesidir. ABD, Başkan George W. Bush’un ilk döneminde Afganistan ve Irak savaşlarıyla daha çok ilgilenmek durumunda kalmıştı. Ancak yeni ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın Şubat 2005 ayının başında yaptığı ilk yurtdışı gezisi kapsamında, İsrail ve Filistin’e de gelerek barış sürecinin destekleneceği yönünde açıklamalar yapması, yeni ABD yönetiminin önümüzdeki dönemde bu sorunla daha çok ilgileneceğinin işareti olarak düşünülebilir. Condoleezza Rice’ın zirve öncesi İsrailli ve Filistinli yetkililerle bir araya gelmesi ve barış sürecine destek vermesi ve hemen bir gün sonra Mısır’da gerçekleşen zirveye katılmaması ABD’nin bundan sonraki politikası için de bir işaret olarak algılanabilir. ABD, sürece destek vereceğini ve sorunun çözülmesi yönünde katkı yapacağını gösterirken diğer taraftan da daha tedbirli ve mesafeli yaklaşacağının sinyalini vermektedir. Yani sürece destek olacağını, yardım edeceğini ama barış sürecini yönetmeyeceğini göstermeye çalışıyor olabilir. ABD’nin aktif olarak içinde olmadığı ve desteklemediği bir barışın da başarı şansının az olduğu söylenebilir.
Nispeten uygun bir ortamın olduğunu söyleyebileceğimiz bu dönemde, Mahmut Abbas’ı ve dolayısıyla barış sürecini tehdit eden unsurlar da varlığını korumaktadır. En küçük bir saldırı dahi şiddeti körükleyebilir ve dolayısıyla barış umutlarını sonlandırabilir. Bu nedenle barışa yönelik en büyük tehdit Filistinli bazı silahlı gruplar ve İsrail içindeki radikal kesimlerden gelecektir. Mahmut Abbas, içerde en büyük zorluğu da bu kesimleri kontrol etmede yaşayacaktır. Tüm silahlı Filistinli gruplara müsamaha gösterilmemesi, yasadışı silahlı gruplara Filistin topraklarından girişilecek bir saldırıya engel olma yönünde kararlı olunması gerekmektedir. Bunun için Filistin içinde bir uzlaşma sağlanması gerekmektedir. Abbas’ın hem kendi lideri olduğu Fetih grubu içinde, hem de Hamas gibi diğer silahlı gruplar arasında bir uzlaşma sağlaması ve bütün kesimlerin onayını alması gerekmektedir. Fetih içinde uzlaşmanın sağlanması bağlamında, genç neslin lideri konumundaki Mervan Barguti’nin İsrail tarafından salıverilmesinin sağlanmasının önemli olacağı söylenebilir.
Filistin içindeki bir diğer önemli aktör Hamas, ateşkes sürecinin Filistinliler arasında sağlanmış bir uzlaşmanın sonucu olmadığını, dolayısıyla ateşkes anlaşmasının kendilerini bağlamadığını açıklamış, ancak İsrail’e tehditler savurmadığı görülmüştür. Hamas, zirve sonrasında Abbas’la oturulup konuşulacağını ve buna göre pozisyonlarının belirleneceğini ifade etmiştir. Abbas’ın Hamas’ı ikna etmesi için bazı güvenceler vermesi gerekmektedir. Bu da siyasallaşma yönündeki düşüncelerini daha önce de açıklayan Hamas’a ve diğer örgütlere, Filistin karar alma süreçlerinde ve siyasal yapılanmasında daha çok yer açılmasıyla sağlanabilir.
Abbas’ın başarısı kendi halkına ve farklı kesimlere ne kadar vereceğiyle de direk olarak bağlantılı olacaktır. Burada da uluslararası toplumun, ama en önemlisi İsrail ve ABD’nin vereceği destek kilit rol oynayacaktır. İsrail’in ve ABD’nin Abbas’ı rahatlatan yöndeki adımları onu içerde daha güçlü kılacak ve şiddeti önleme, Filistin halkının desteğini alma yönünde konumunu sağlamlaştıracaktır. Bu anlamda Filistinli mahkumların salıverilmesi önemli bir kazanç olabilir, ancak salıverilenler arasında sadece Fetih üyelerinin olması özellikle Hamas gibi diğer örgütleri tatmin etmeyecektir. Hamas ve İslami Cihad’ın “İsrail’in tutumlarına göre biz de tutum belirleyeceğiz” sözü tutukluların salıverilmesi konusunda ilk sınavını verecektir. Fetih dışındaki gruplara mensup tutukluların salıverilmemesi bu grupların davranışlarını etkileyebilir. Abbas’ın daha fazla mahkumun salıverilmesi yönündeki isteği de bu çerçevede gelişmiş olabilir.
Bunun dışında Abbas’ın başarılı olması için Filistinlilerin koşullarının iyileştirilmesi gerekmektedir. Filistin halkı yaşamlarına ilişkin somut beklenti içindedir. Bu konuda da özellikle İsrail’in ve daha sonra da bölge ülkeleriyle ABD’nin vereceği siyasal destekle birlikte ekonomik destek de önemli olacaktır. İsrail’in Filistinlilere iş olanağı sağlaması Abbas’ın desteklenmesi ve Filistin içinde güçlenmesi için olumlu katkı sağlayacaktır. Ayrıca Abbas’ın Filistin içindeki reform sürecinde de başarılı olması gerekmektedir. Yaygın olarak söylenen Filistin yönetimi içindeki rüşvet olaylarına son verilmesi gerekmektedir. Bu hem Filistin halkının hem de farklı Filistinli grupların desteğinin sağlanması açısından önemli görülmektedir.
Aynı doğrultuda, İsrail’in de kesin olarak askeri operasyonlara ve belirli hedeflere yönelik eylemlere kesin olarak son vermesi gerekmektedir. Böyle bir girişim hemen karşılık bulacak ve şiddeti körükleyecektir.
Dış dinamikler açısından en büyük tehdit İran ve Suriye’dir. Bu iki ülkenin bölgede istikrarı etkileme gücü bulunmaktadır. Filistin içinde ya da Lübnan’da İran ve Suriye destekli silahlı gruplar bulunmaktadır. İran ve Suriye bu gruplar aracılığıyla İsrail’e yönelik şiddet eylemlerine girişebilir. Son dönemde ABD’nin İran ve Suriye üzerinde baskıyı artırmasının, Irak’taki güvenliği olumsuz etkilememeleri yanında barış sürecine de karışmamaları yönünde bir uyarı olarak düşünülebilir. Bölgede, İran’a göre zayıf halka konumundaki Suriye üzerindeki baskı artırılarak bu yönde olumlu bir katkı sağlanabilir.
Konunun Türkiye bağlantılı bir diğer boyutu arabuluculuk konusunda, Mısır’ın ön plana çıkması olmuştur. Filistin içindeki farklı gruplarla çok yakın ilişkisi olan ve muhtemelen ABD ve İsrail’in de onayını alan Mısır, bu süreçte arabuluculuk anlamında başarılı olmuştur. Bu da en son Abdullah Gül’ün İsrail ve Filistin ziyaretiyle yoğun olarak tartışılan Türkiye’nin taraflar arasında arabuluculuk rolü konusundaki beklentilerin fazla iyimser yaklaşımlar olduğunu göstermiştir.
Bu ilk aşamanın başarılı bir şekilde devam edip sorunun temel konularına inildiğinde, sürecin yeniden tıkanma olasılığı bulunmaktadır. İsrail’le mücadele yöntemi olarak Abbas’ın Arafat’tan farklı bir düşünceye sahip olduğu açıktır. Abbas, şiddetin Filistin tarafının elini zayıflattığına inansa da, temel konularda ne Arafat’tan ne de Filistin halkından farklı düşünmesi mümkün değildir. Abbas’ın da; Kudüs’ün statüsü, sınırlar, mülteciler gibi konularda masada taviz vermesini beklemek de doğru olmaz. Barışın geleceğine ilişkin olarak, çözüme adım adım ulaşılabileceği söylenebilir.
Öncelikle Arafat’ın ölümü ve sonrasında Mahmut Abbas’ın yeni Filistin lideri olması, barış adına daha müsait bir ortam yaratmıştır. İki lider arasında İsrail-Filistin sorununa ve İsrail’le mücadele yöntemine ilişkin yaklaşım faklı bulunmaktadır. Hatta Abbas’ı Arafat’ın anti-tezi olarak ifade eden yorumcular da bulunmaktadır. Abbas, Arafat’tan farklı olarak, silahlı mücadelenin İsrail’e karşı Filistin tarafının müzakere gücünü zayıflattığını ve bu nedenle şiddete son verilmesi gerektiğini düşünmektedir. Dolayısıyla barışa ulaşmak için ilk adım niteliğindeki şiddete son verme konusunda Abbas’ın gerçekten çaba göstereceğini çünkü iradesinin bu yönde olduğunu söyleyebiliriz. Bu düşünce ve irade farkı tarafların masaya oturma olasılığı ve umutlarını artırmaktadır.
Sadece Filistin liderliğinin değil, Filistin halkının da iradesinin artık barış yönünde olduğu söylenebilir. Bir anlamda savaştan yorulan ve daha iyi yaşam koşulları peşindeki halk da sorunun çözülmesini ve barışın sağlanmasını istemektedir. Abbas’ın seçilmesi de Filistin halkının barış yönündeki isteğinin bir göstergesi olarak düşünülebilir.
Sağlanan bu ateşkesten beklentilerin yüksek olmasının bir diğer nedeni de ABD yönetiminin, Başkan George W. Bush’un ikinci dönemiyle beraber ilk döneminin aksine İsrail-Filistin sorununa yöneleceği yönündeki politika değişikliğinin işaretlerini vermesidir. ABD, Başkan George W. Bush’un ilk döneminde Afganistan ve Irak savaşlarıyla daha çok ilgilenmek durumunda kalmıştı. Ancak yeni ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın Şubat 2005 ayının başında yaptığı ilk yurtdışı gezisi kapsamında, İsrail ve Filistin’e de gelerek barış sürecinin destekleneceği yönünde açıklamalar yapması, yeni ABD yönetiminin önümüzdeki dönemde bu sorunla daha çok ilgileneceğinin işareti olarak düşünülebilir. Condoleezza Rice’ın zirve öncesi İsrailli ve Filistinli yetkililerle bir araya gelmesi ve barış sürecine destek vermesi ve hemen bir gün sonra Mısır’da gerçekleşen zirveye katılmaması ABD’nin bundan sonraki politikası için de bir işaret olarak algılanabilir. ABD, sürece destek vereceğini ve sorunun çözülmesi yönünde katkı yapacağını gösterirken diğer taraftan da daha tedbirli ve mesafeli yaklaşacağının sinyalini vermektedir. Yani sürece destek olacağını, yardım edeceğini ama barış sürecini yönetmeyeceğini göstermeye çalışıyor olabilir. ABD’nin aktif olarak içinde olmadığı ve desteklemediği bir barışın da başarı şansının az olduğu söylenebilir.
Nispeten uygun bir ortamın olduğunu söyleyebileceğimiz bu dönemde, Mahmut Abbas’ı ve dolayısıyla barış sürecini tehdit eden unsurlar da varlığını korumaktadır. En küçük bir saldırı dahi şiddeti körükleyebilir ve dolayısıyla barış umutlarını sonlandırabilir. Bu nedenle barışa yönelik en büyük tehdit Filistinli bazı silahlı gruplar ve İsrail içindeki radikal kesimlerden gelecektir. Mahmut Abbas, içerde en büyük zorluğu da bu kesimleri kontrol etmede yaşayacaktır. Tüm silahlı Filistinli gruplara müsamaha gösterilmemesi, yasadışı silahlı gruplara Filistin topraklarından girişilecek bir saldırıya engel olma yönünde kararlı olunması gerekmektedir. Bunun için Filistin içinde bir uzlaşma sağlanması gerekmektedir. Abbas’ın hem kendi lideri olduğu Fetih grubu içinde, hem de Hamas gibi diğer silahlı gruplar arasında bir uzlaşma sağlaması ve bütün kesimlerin onayını alması gerekmektedir. Fetih içinde uzlaşmanın sağlanması bağlamında, genç neslin lideri konumundaki Mervan Barguti’nin İsrail tarafından salıverilmesinin sağlanmasının önemli olacağı söylenebilir.
Filistin içindeki bir diğer önemli aktör Hamas, ateşkes sürecinin Filistinliler arasında sağlanmış bir uzlaşmanın sonucu olmadığını, dolayısıyla ateşkes anlaşmasının kendilerini bağlamadığını açıklamış, ancak İsrail’e tehditler savurmadığı görülmüştür. Hamas, zirve sonrasında Abbas’la oturulup konuşulacağını ve buna göre pozisyonlarının belirleneceğini ifade etmiştir. Abbas’ın Hamas’ı ikna etmesi için bazı güvenceler vermesi gerekmektedir. Bu da siyasallaşma yönündeki düşüncelerini daha önce de açıklayan Hamas’a ve diğer örgütlere, Filistin karar alma süreçlerinde ve siyasal yapılanmasında daha çok yer açılmasıyla sağlanabilir.
Abbas’ın başarısı kendi halkına ve farklı kesimlere ne kadar vereceğiyle de direk olarak bağlantılı olacaktır. Burada da uluslararası toplumun, ama en önemlisi İsrail ve ABD’nin vereceği destek kilit rol oynayacaktır. İsrail’in ve ABD’nin Abbas’ı rahatlatan yöndeki adımları onu içerde daha güçlü kılacak ve şiddeti önleme, Filistin halkının desteğini alma yönünde konumunu sağlamlaştıracaktır. Bu anlamda Filistinli mahkumların salıverilmesi önemli bir kazanç olabilir, ancak salıverilenler arasında sadece Fetih üyelerinin olması özellikle Hamas gibi diğer örgütleri tatmin etmeyecektir. Hamas ve İslami Cihad’ın “İsrail’in tutumlarına göre biz de tutum belirleyeceğiz” sözü tutukluların salıverilmesi konusunda ilk sınavını verecektir. Fetih dışındaki gruplara mensup tutukluların salıverilmemesi bu grupların davranışlarını etkileyebilir. Abbas’ın daha fazla mahkumun salıverilmesi yönündeki isteği de bu çerçevede gelişmiş olabilir.
Bunun dışında Abbas’ın başarılı olması için Filistinlilerin koşullarının iyileştirilmesi gerekmektedir. Filistin halkı yaşamlarına ilişkin somut beklenti içindedir. Bu konuda da özellikle İsrail’in ve daha sonra da bölge ülkeleriyle ABD’nin vereceği siyasal destekle birlikte ekonomik destek de önemli olacaktır. İsrail’in Filistinlilere iş olanağı sağlaması Abbas’ın desteklenmesi ve Filistin içinde güçlenmesi için olumlu katkı sağlayacaktır. Ayrıca Abbas’ın Filistin içindeki reform sürecinde de başarılı olması gerekmektedir. Yaygın olarak söylenen Filistin yönetimi içindeki rüşvet olaylarına son verilmesi gerekmektedir. Bu hem Filistin halkının hem de farklı Filistinli grupların desteğinin sağlanması açısından önemli görülmektedir.
Aynı doğrultuda, İsrail’in de kesin olarak askeri operasyonlara ve belirli hedeflere yönelik eylemlere kesin olarak son vermesi gerekmektedir. Böyle bir girişim hemen karşılık bulacak ve şiddeti körükleyecektir.
Dış dinamikler açısından en büyük tehdit İran ve Suriye’dir. Bu iki ülkenin bölgede istikrarı etkileme gücü bulunmaktadır. Filistin içinde ya da Lübnan’da İran ve Suriye destekli silahlı gruplar bulunmaktadır. İran ve Suriye bu gruplar aracılığıyla İsrail’e yönelik şiddet eylemlerine girişebilir. Son dönemde ABD’nin İran ve Suriye üzerinde baskıyı artırmasının, Irak’taki güvenliği olumsuz etkilememeleri yanında barış sürecine de karışmamaları yönünde bir uyarı olarak düşünülebilir. Bölgede, İran’a göre zayıf halka konumundaki Suriye üzerindeki baskı artırılarak bu yönde olumlu bir katkı sağlanabilir.
Konunun Türkiye bağlantılı bir diğer boyutu arabuluculuk konusunda, Mısır’ın ön plana çıkması olmuştur. Filistin içindeki farklı gruplarla çok yakın ilişkisi olan ve muhtemelen ABD ve İsrail’in de onayını alan Mısır, bu süreçte arabuluculuk anlamında başarılı olmuştur. Bu da en son Abdullah Gül’ün İsrail ve Filistin ziyaretiyle yoğun olarak tartışılan Türkiye’nin taraflar arasında arabuluculuk rolü konusundaki beklentilerin fazla iyimser yaklaşımlar olduğunu göstermiştir.
Bu ilk aşamanın başarılı bir şekilde devam edip sorunun temel konularına inildiğinde, sürecin yeniden tıkanma olasılığı bulunmaktadır. İsrail’le mücadele yöntemi olarak Abbas’ın Arafat’tan farklı bir düşünceye sahip olduğu açıktır. Abbas, şiddetin Filistin tarafının elini zayıflattığına inansa da, temel konularda ne Arafat’tan ne de Filistin halkından farklı düşünmesi mümkün değildir. Abbas’ın da; Kudüs’ün statüsü, sınırlar, mülteciler gibi konularda masada taviz vermesini beklemek de doğru olmaz. Barışın geleceğine ilişkin olarak, çözüme adım adım ulaşılabileceği söylenebilir.
No comments:
Post a Comment