Türkiye-Suriye ilişkileri 1999 yılından bu yana kademeli olarak gelişmiş ve son olarak vizelerin kaldırılmasıyla toplumsal, ekonomik bütünleşme yolunda önemli bir adım atılmıştı. Ancak 15 Mart 2011 tarihinde Suriye’ye sıçrayan “Arap Baharı” bu süreci tersine çevirdi. Bunun temel nedeni Türkiye’nin uzun zamandan beri dış politikanın merkezine “meşruiyet ve değer merkezli dış politika” kavramlarını oturtmasından kaynaklanmıştı. Bu yaklaşım Türkiye’nin Ortadoğu’daki değişim dalgasında “demokrasi” taleplerinin yani bölge halklarının yanında yer almasını gerektirmekteydi. Aksi bir tutum söylem ile eylem arasında çelişki yaratarak Türk dış politikasında meşruiyet krizi yaratabilirdi. Ancak reel politikanın gerekleri Türkiye’nin bazı sorunlarda hızlı adım atmasına engel olmuştu. Suriye bu açıdan en çarpıcı örneklerden biri oldu.
Türkiye 2000’ler boyunca Suriye’ye yönelik ABD’nin sertlik yanlısı politikalarına karşılık uzun vadeye yayılmış, iç dinamikler yoluyla sağlanacak bir değişimi savunmuştu. Bu anlamda bazı alanlarda sonuç da alınmıştı. Suriye’nin Batı ile ilişkileri Türkiye sayesinde nispeten düzelmiş, Suriye içindeki reformcu kanat güçlenmişti. Ancak “Arap Baharı” bölgede hızlı ve köklü bir değişim talebini beraberinde getirdi. İşte bu durum Türkiye’nin uzun yıllardır başarmaya çalıştığı ve mesafe kat ettiği Suriye’de değişim sürecini çok kısa bir süreç içinde gerçekleşmesi zorunluluğunu beraberinde getirdi. “Değer merkezli dış politika ve reel politika” ikilemi içinde kalan Türkiye son 10 yılda yakın ilişkiler kurduğu Esad yönetimine karşı eleştirel bir tavır almak durumunda kaldı.
“Rejim bekası” sorunu ile yüzleşen Suriye yönetimi Türkiye’nin sorunu “sivil halkın meşru talepleri” olarak tanımlamasından rahatsızlık duydu. Buna karşılık Türkiye, uzun yıllardır desteklediği Esad yönetimine ilettiği reform telkinlerinin dikkate alınmamasından “hayal kırıklığı” duyduğunu açıkça ifade etti. Türkiye belli bir süre daha “Suriye’den umudunu kesmediğini ve halen reform yapabileceğine olan inancını” dile getirmişti. Ancak Suriye ordusunun Humus, Deyr ez Zor ve özellikle Hama’ya düzenlediği askeri operasyonlar Türkiye’nin umutlarının neredeyse tükenmesine yol açtı. Hama operasyonunun 1982 yılındaki “Hama Katliamını” hatırlatması ve Başbakan Erdoğan’ın daha önce “yeni Hama’lar istemiyoruz” açıklamasını yapmış olması, operasyonun Türkiye açısından bir dönüm noktası olmasına neden oldu. Dışişleri Bakanı Davutoğlu da daha sonraki açıklamalarında “Hama'da başlayan olayların kendilerini derinden etkilediğini, Hama'da yaşanan olayların yönteminin ve zamanlamasının kabul edilmesinin mümkün olmadığını” ifade etti. Türkiye operasyonlar sonrasında, Başbakan Erdoğan’ın ifadesi ile “sabrının sonuna geldi.” Bu sert dış politika söylemi “Suriye’nin olayları şiddet yoluyla bastırmaya devam etmesi durumunda Türkiye’nin hangi yeni dış politika araçlarını hayata geçireceği” sorusunu beraberinde getirmişti.
10 yılı aşkın bir sürede kurulan çok boyutlu ve derin ilişkiler birkaç ay içinde yukarıda özetlenmeye çalışılan süreçte hızla gerilemiştir. İşte böyle bir ortamda Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Türkiye’nin mesajlarını ve beklentilerini iletmek üzere 9 Ağustos 2011 tarihinde Şam’a kritik bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve Suriye lideri Beşar Esad arasında gerçekleşen görüşme, önümüzdeki günlerde Suriye yönetiminin atacağı adımlara bağlı olarak Türkiye-Suriye ilişkileri açısından dönüm noktası olabilir. Türkiye her ne kadar halk ayaklanmasının bastırılış şekline eleştirel yaklaşsa da olaylar başladığı tarihten bu yana Batı ile Suriye yönetimi arasında bir “kalkan” vazifesi görmüştür. Daha hızlı ve somut adımların atılmasını bekleyen, atılmaması durumunda uluslararası baskının artmasını ve yaptırımlar uygulanmasını savunan Batı, Türkiye’nin Esad yönetimini ikna edebileceği beklentisi nedeniyle daha yumuşak bir tavır sergilemiştir. Ancak Esad-Davutoğlu görüşmesinde gündeme gelen beklentilerin karşılanmaması durumunda Türkiye’nin Batı ile Suriye arasında kalkan olma durumu sona erecektir. Bu da önümüzdeki dönemde Suriye üzerinde daha fazla uluslararası baskı ve yaptırımlar uygulanması anlamına gelecektir.
Davutoğlu-Esad görüşmesinde Türkiye tarafı kısa vadede Suriye’den somut beklentilerini belli bir takvime bağlı olarak hayata geçirilmesi beklentisini dile getirmiştir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu görüşmeye ilişkin yaptığı açıklamada; “halkın talepleri doğrultusunda bir siyasi reform sürecinin yaşanması için yapılması gerekenleri paylaştıklarını ve çok somut konuları konuştuklarını” ifade etmiştir. Davutoğlu, “ümit ederiz ki önümüzdeki günlerde bu akan kanın durmasını sağlayacak adımlar atılır” demiş ve bu dönemi “haftalar hatta günler” olarak ifade etmiştir. Bu kısa dönemin “hem Türkiye hem de Suriye halkı açısından kritik olacağını” vurgulamıştır. Davutoğlu beklentisini kısaca “Suriye halkının iradesini yansıtacak siyasi reform adımlarının atılması” olarak tanımlamıştır. Basında çıkan haberlerde ise “sivil katliamına son verilmesi ve çok partili sistemin tek seçenek olduğu” Suriye tarafına iletilmiştir.
Suriyeli yetkililerden görüşmeye ilişkin bir açıklama yapılmamıştır. Ancak Suriye Resmi Haber Ajansı (SANA)’nın Davutoğlu-Esad görüşmesine ilişkin verdiği kısa haberde “Suriye liderinin istikrar ve vatandaşların güvenliğini korumak için ülkesinin ‘silahlı terör gruplarına’ karşı toleranslı olmayacağı” ifadeleri yer almıştır. Bunun yanı sıra “Suriye’nin uygulamakta olduğu kapsamlı reform sürecini tamamlamada ısrarlı ve kararlı olduğu ve bu bağlamda dost ve kardeş ülkelerden yardım almaya açık oldukları” ifadesi yer almıştır.
Her iki tarafın açıklamalarına bakıldığı zaman temel bir yaklaşım sorunu olduğu görülmektedir. Türkiye sorunu “sivil halkın değişim talebi” olarak görmekte ve dolayısıyla çözümü siyasal reformlarda aramaktadır. Suriye ise sorunun esasını “teröristlerin silahlı eylemleri”, sivil halkın gösteriler içinde yer almasını istisnai bir durum olarak değerlendirmektedir. Bu tespit ise Esad yönetiminin sorunla mücadelesinin merkezine askeri tedbirleri oturtmasını, reform adımlarını “detay” olarak görmesine neden olmaktadır. SANA’ya yansıyan açıklamalardan anlaşılan “Türkiye atılacak reform adımlarında tecrübesini paylaşmak isterse memnuniyet duyulacaktır ancak ‘teröristlerle’ mücadelede kullanılan askeri tedbirlerin sonlandırılması konusundaki telkinler dikkate alınmayacaktır” şeklindedir.
Suriye rejiminin soruna böyle yaklaşması ve sert tedbirlerle çözmeye çalışması kendi mantığı içinde doğaldır. Zira Suriye’de otoriter bir yönetim anlayışı hakimdir ve bu yapıya aralarında mezhepsel bağ bulunan bir grup siyasal ve ekonomik elit hakimdir. Bu durum rejimin reform yapma kapasitesini sınırlamaktadır. Rejim; Batı ve Türkiye’nin beklediği düzeyde bir reform sürecinin kısa vadede iktidarlarının sonlanması anlamına geleceğini düşünmektedir. Bunun yanı sıra mezhepsel bir azınlığa dayanıyor olmaları nedeni ile iktidardan vazgeçmeleri durumunda sahip oldukları konumlardan çok daha fazlasını kaybedeceklerini düşünmektedirler. Bu nedenle rejim bir “ölüm kalım savaşı” vermektedir ve gösterileri güç yolu ile bastırmaya sonuna kadar devam edecektir. Diğer taraftan Türkiye ve dolayısıyla Batı’nın baskısını azaltmak için bazı reform adımları atılmaya devam edecektir. Ancak bunlar tatmin edici düzeyde olmayacaktır.
Suriye tarafının reformdan ne anladığını göstermek açısından atılan bazı adımları sıralamak açıklayıcı olabilir. SANA tarafından verilen bu liste Suriye ve Türkiye tarafının reform ile aynı şeyi kast etmediklerini açıkça göstermektedir: Zorunlu askerlik hizmeti süresinin 3 ay düşürülmesi, devlet memurlarının maaşlarının arttırılması, Devlet Güvenlik Yüksek Mahkemesi’nin kaldırılması, elektrik borcu faizlerine af uygulanması, Yolsuzlukla Mücadele Komisyonu kurulması, üniversite öğrencilerine af çıkartılması, Kürt kökenli vatandaşların Suriye Cumhuriyeti vatandaşlığına sahip olması amacıyla çıkarılan yasa kapsamında başvuruda bulunan 32.000 kişiye vatandaşlık verilmesi, enformasyon ve ekonomiyi modernize etme komisyonları kurulması, vatandaşların devlet dairelerindeki işlemlerinin kolaylaştırılması, 31 Mayıs 2011 tarihinden önceki suçlar için af yasası çıkarılması, genel seçimlere ilişkin yasama kararının onaylanması, siyasi partilere ilişkin yasama kararının onaylanması. Bu reform adımlarının çoğunun toplumun sınırlı kesimlerini kazanmaya yönelik adımlar olduğu ortadadır. Sistemin özüne ilişkin bir değişim görülmemektedir. En önemli gelişme olarak siyasal partiler kanunun çıkarılmış olması gösterilebilir ki, bu da Anayasa’nın 8. maddesi ile “Baas partisi’nin öncü rolünün” güvence altında olduğu bir ortamda fazla anlam taşımamaktadır. Dolayısıyla ne Türkiye’yi ne de Suriyeli muhalifleri tatmin edecek adımlar değildir. Suriye yönetimi de bu adımların sonuç üretmesini muhtemelen beklemiyordur. Rejim, sorunun askeri yöntemlerle çözülmesi konusunda kesin bir karara varmış gibidir. Reform adımları uluslararası ve Türkiye’nin baskısını azaltılma ve böylece zaman kazanmaya yönelik adımlar niteliğindedir. Libya deneyiminin başarısız olması, Rusya-Çin-İran desteği nedeniyle uluslararası müdahalenin de uzak bir ihtimal olduğunu düşünen Suriye kazandığı zaman zarfında güç yolu ile gösterileri sonlandıracağını düşünecektir.
Suriye yönetiminin bu şekilde davranmasının Türkiye açısından doğuracağı en büyük risk istikrarsızlığın uzun süreye yayılacak olmasıdır. Sorun devam ettikçe Türkiye açısından siyasi, güvenlik ve ekonomik maliyetler artacaktır. Beklentilerin karşılanmaması nedeniyle ilişkiler her geçen gün zarar görecektir. Yönetim ile ilişkilerin gerginleşmesi beraberinde Suriye halkı ve muhalifler üzerindeki etkinliğinin artmasını da getirmeyecektir. Zira muhaliflerin beklentisi eleştirel tutumun ötesinde somut adımların hayata geçirilmesi yönündedir. Türkiye’nin sert diplomatik söylemi beklenti seviyesini artırmıştır. Beklentilerin karşılanamaması Suriyeli muhalifler yani halkın çoğunluğu arasında Türkiye’ye karşı bir hayal kırıklığının doğmasına neden olabilir.
Türkiye 2000’ler boyunca Suriye’ye yönelik ABD’nin sertlik yanlısı politikalarına karşılık uzun vadeye yayılmış, iç dinamikler yoluyla sağlanacak bir değişimi savunmuştu. Bu anlamda bazı alanlarda sonuç da alınmıştı. Suriye’nin Batı ile ilişkileri Türkiye sayesinde nispeten düzelmiş, Suriye içindeki reformcu kanat güçlenmişti. Ancak “Arap Baharı” bölgede hızlı ve köklü bir değişim talebini beraberinde getirdi. İşte bu durum Türkiye’nin uzun yıllardır başarmaya çalıştığı ve mesafe kat ettiği Suriye’de değişim sürecini çok kısa bir süreç içinde gerçekleşmesi zorunluluğunu beraberinde getirdi. “Değer merkezli dış politika ve reel politika” ikilemi içinde kalan Türkiye son 10 yılda yakın ilişkiler kurduğu Esad yönetimine karşı eleştirel bir tavır almak durumunda kaldı.
“Rejim bekası” sorunu ile yüzleşen Suriye yönetimi Türkiye’nin sorunu “sivil halkın meşru talepleri” olarak tanımlamasından rahatsızlık duydu. Buna karşılık Türkiye, uzun yıllardır desteklediği Esad yönetimine ilettiği reform telkinlerinin dikkate alınmamasından “hayal kırıklığı” duyduğunu açıkça ifade etti. Türkiye belli bir süre daha “Suriye’den umudunu kesmediğini ve halen reform yapabileceğine olan inancını” dile getirmişti. Ancak Suriye ordusunun Humus, Deyr ez Zor ve özellikle Hama’ya düzenlediği askeri operasyonlar Türkiye’nin umutlarının neredeyse tükenmesine yol açtı. Hama operasyonunun 1982 yılındaki “Hama Katliamını” hatırlatması ve Başbakan Erdoğan’ın daha önce “yeni Hama’lar istemiyoruz” açıklamasını yapmış olması, operasyonun Türkiye açısından bir dönüm noktası olmasına neden oldu. Dışişleri Bakanı Davutoğlu da daha sonraki açıklamalarında “Hama'da başlayan olayların kendilerini derinden etkilediğini, Hama'da yaşanan olayların yönteminin ve zamanlamasının kabul edilmesinin mümkün olmadığını” ifade etti. Türkiye operasyonlar sonrasında, Başbakan Erdoğan’ın ifadesi ile “sabrının sonuna geldi.” Bu sert dış politika söylemi “Suriye’nin olayları şiddet yoluyla bastırmaya devam etmesi durumunda Türkiye’nin hangi yeni dış politika araçlarını hayata geçireceği” sorusunu beraberinde getirmişti.
10 yılı aşkın bir sürede kurulan çok boyutlu ve derin ilişkiler birkaç ay içinde yukarıda özetlenmeye çalışılan süreçte hızla gerilemiştir. İşte böyle bir ortamda Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Türkiye’nin mesajlarını ve beklentilerini iletmek üzere 9 Ağustos 2011 tarihinde Şam’a kritik bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve Suriye lideri Beşar Esad arasında gerçekleşen görüşme, önümüzdeki günlerde Suriye yönetiminin atacağı adımlara bağlı olarak Türkiye-Suriye ilişkileri açısından dönüm noktası olabilir. Türkiye her ne kadar halk ayaklanmasının bastırılış şekline eleştirel yaklaşsa da olaylar başladığı tarihten bu yana Batı ile Suriye yönetimi arasında bir “kalkan” vazifesi görmüştür. Daha hızlı ve somut adımların atılmasını bekleyen, atılmaması durumunda uluslararası baskının artmasını ve yaptırımlar uygulanmasını savunan Batı, Türkiye’nin Esad yönetimini ikna edebileceği beklentisi nedeniyle daha yumuşak bir tavır sergilemiştir. Ancak Esad-Davutoğlu görüşmesinde gündeme gelen beklentilerin karşılanmaması durumunda Türkiye’nin Batı ile Suriye arasında kalkan olma durumu sona erecektir. Bu da önümüzdeki dönemde Suriye üzerinde daha fazla uluslararası baskı ve yaptırımlar uygulanması anlamına gelecektir.
Davutoğlu-Esad görüşmesinde Türkiye tarafı kısa vadede Suriye’den somut beklentilerini belli bir takvime bağlı olarak hayata geçirilmesi beklentisini dile getirmiştir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu görüşmeye ilişkin yaptığı açıklamada; “halkın talepleri doğrultusunda bir siyasi reform sürecinin yaşanması için yapılması gerekenleri paylaştıklarını ve çok somut konuları konuştuklarını” ifade etmiştir. Davutoğlu, “ümit ederiz ki önümüzdeki günlerde bu akan kanın durmasını sağlayacak adımlar atılır” demiş ve bu dönemi “haftalar hatta günler” olarak ifade etmiştir. Bu kısa dönemin “hem Türkiye hem de Suriye halkı açısından kritik olacağını” vurgulamıştır. Davutoğlu beklentisini kısaca “Suriye halkının iradesini yansıtacak siyasi reform adımlarının atılması” olarak tanımlamıştır. Basında çıkan haberlerde ise “sivil katliamına son verilmesi ve çok partili sistemin tek seçenek olduğu” Suriye tarafına iletilmiştir.
Suriyeli yetkililerden görüşmeye ilişkin bir açıklama yapılmamıştır. Ancak Suriye Resmi Haber Ajansı (SANA)’nın Davutoğlu-Esad görüşmesine ilişkin verdiği kısa haberde “Suriye liderinin istikrar ve vatandaşların güvenliğini korumak için ülkesinin ‘silahlı terör gruplarına’ karşı toleranslı olmayacağı” ifadeleri yer almıştır. Bunun yanı sıra “Suriye’nin uygulamakta olduğu kapsamlı reform sürecini tamamlamada ısrarlı ve kararlı olduğu ve bu bağlamda dost ve kardeş ülkelerden yardım almaya açık oldukları” ifadesi yer almıştır.
Her iki tarafın açıklamalarına bakıldığı zaman temel bir yaklaşım sorunu olduğu görülmektedir. Türkiye sorunu “sivil halkın değişim talebi” olarak görmekte ve dolayısıyla çözümü siyasal reformlarda aramaktadır. Suriye ise sorunun esasını “teröristlerin silahlı eylemleri”, sivil halkın gösteriler içinde yer almasını istisnai bir durum olarak değerlendirmektedir. Bu tespit ise Esad yönetiminin sorunla mücadelesinin merkezine askeri tedbirleri oturtmasını, reform adımlarını “detay” olarak görmesine neden olmaktadır. SANA’ya yansıyan açıklamalardan anlaşılan “Türkiye atılacak reform adımlarında tecrübesini paylaşmak isterse memnuniyet duyulacaktır ancak ‘teröristlerle’ mücadelede kullanılan askeri tedbirlerin sonlandırılması konusundaki telkinler dikkate alınmayacaktır” şeklindedir.
Suriye rejiminin soruna böyle yaklaşması ve sert tedbirlerle çözmeye çalışması kendi mantığı içinde doğaldır. Zira Suriye’de otoriter bir yönetim anlayışı hakimdir ve bu yapıya aralarında mezhepsel bağ bulunan bir grup siyasal ve ekonomik elit hakimdir. Bu durum rejimin reform yapma kapasitesini sınırlamaktadır. Rejim; Batı ve Türkiye’nin beklediği düzeyde bir reform sürecinin kısa vadede iktidarlarının sonlanması anlamına geleceğini düşünmektedir. Bunun yanı sıra mezhepsel bir azınlığa dayanıyor olmaları nedeni ile iktidardan vazgeçmeleri durumunda sahip oldukları konumlardan çok daha fazlasını kaybedeceklerini düşünmektedirler. Bu nedenle rejim bir “ölüm kalım savaşı” vermektedir ve gösterileri güç yolu ile bastırmaya sonuna kadar devam edecektir. Diğer taraftan Türkiye ve dolayısıyla Batı’nın baskısını azaltmak için bazı reform adımları atılmaya devam edecektir. Ancak bunlar tatmin edici düzeyde olmayacaktır.
Suriye tarafının reformdan ne anladığını göstermek açısından atılan bazı adımları sıralamak açıklayıcı olabilir. SANA tarafından verilen bu liste Suriye ve Türkiye tarafının reform ile aynı şeyi kast etmediklerini açıkça göstermektedir: Zorunlu askerlik hizmeti süresinin 3 ay düşürülmesi, devlet memurlarının maaşlarının arttırılması, Devlet Güvenlik Yüksek Mahkemesi’nin kaldırılması, elektrik borcu faizlerine af uygulanması, Yolsuzlukla Mücadele Komisyonu kurulması, üniversite öğrencilerine af çıkartılması, Kürt kökenli vatandaşların Suriye Cumhuriyeti vatandaşlığına sahip olması amacıyla çıkarılan yasa kapsamında başvuruda bulunan 32.000 kişiye vatandaşlık verilmesi, enformasyon ve ekonomiyi modernize etme komisyonları kurulması, vatandaşların devlet dairelerindeki işlemlerinin kolaylaştırılması, 31 Mayıs 2011 tarihinden önceki suçlar için af yasası çıkarılması, genel seçimlere ilişkin yasama kararının onaylanması, siyasi partilere ilişkin yasama kararının onaylanması. Bu reform adımlarının çoğunun toplumun sınırlı kesimlerini kazanmaya yönelik adımlar olduğu ortadadır. Sistemin özüne ilişkin bir değişim görülmemektedir. En önemli gelişme olarak siyasal partiler kanunun çıkarılmış olması gösterilebilir ki, bu da Anayasa’nın 8. maddesi ile “Baas partisi’nin öncü rolünün” güvence altında olduğu bir ortamda fazla anlam taşımamaktadır. Dolayısıyla ne Türkiye’yi ne de Suriyeli muhalifleri tatmin edecek adımlar değildir. Suriye yönetimi de bu adımların sonuç üretmesini muhtemelen beklemiyordur. Rejim, sorunun askeri yöntemlerle çözülmesi konusunda kesin bir karara varmış gibidir. Reform adımları uluslararası ve Türkiye’nin baskısını azaltılma ve böylece zaman kazanmaya yönelik adımlar niteliğindedir. Libya deneyiminin başarısız olması, Rusya-Çin-İran desteği nedeniyle uluslararası müdahalenin de uzak bir ihtimal olduğunu düşünen Suriye kazandığı zaman zarfında güç yolu ile gösterileri sonlandıracağını düşünecektir.
Suriye yönetiminin bu şekilde davranmasının Türkiye açısından doğuracağı en büyük risk istikrarsızlığın uzun süreye yayılacak olmasıdır. Sorun devam ettikçe Türkiye açısından siyasi, güvenlik ve ekonomik maliyetler artacaktır. Beklentilerin karşılanmaması nedeniyle ilişkiler her geçen gün zarar görecektir. Yönetim ile ilişkilerin gerginleşmesi beraberinde Suriye halkı ve muhalifler üzerindeki etkinliğinin artmasını da getirmeyecektir. Zira muhaliflerin beklentisi eleştirel tutumun ötesinde somut adımların hayata geçirilmesi yönündedir. Türkiye’nin sert diplomatik söylemi beklenti seviyesini artırmıştır. Beklentilerin karşılanamaması Suriyeli muhalifler yani halkın çoğunluğu arasında Türkiye’ye karşı bir hayal kırıklığının doğmasına neden olabilir.
No comments:
Post a Comment