Thursday, September 28, 2006

Türkiye’nin Lübnan’a Asker Göndermesi: Riskler, Fırsatlar

Oytun Orhan*

Türkiye’de, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 1701 (2006) sayılı kararı uyarınca görev talimatı kapsamı genişletilmiş bulunan Lübnan’daki barış gücüne (UNIFIL) asker gönderme meselesi, tıpkı 1 Mart tezkeresi öncesindekine benzer bir tartışma ortamı yaratmıştır. Bölgenin karışıklığını öne çıkararak gidilmemesini savunanların karşısında, Türkiye’nin hem tarihî hem de bölgesel rolü açısından gitmesini isteyenler olmuştur. Aynı tartışma ortamı ASAM’da da yaşanmış ve farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bu çalışmada, Lübnan’a Türk askerinin gönderilmesinin desteklenmesinin ya da karşı çıkılmasının ötesinde, konuya, Türkiye için oluşabilecek zararlar ve faydalar açısından bakılmaya çalışılacaktır. Bu noktada, her ne kadar derginin kendi içinde, “ASAM yayınlarındaki görüşler aksi belirtilmedikçe yalnızca yazarını bağlamaktadır” kaydı yer almakta ise de, özellikle bu yazıdaki fikirlerin sadece yazarı bağladığını belirtmek gerekmektedir.

Çalışma, temel olarak üç bölümden oluşmaktadır. İlk kısımda “riskler” başlığı altında, Türkiye’nin karşılaşabileceği olası sorunlar ele alınacaktır. İkinci kısımda bu riskler değerlendirilecektir. Her bir unsur tartışılarak, riskin düzeyi saptanmaya çalışılacaktır. Sonraki bölümde ise, “Lübnan’a Neden Asker Göndermeliyiz?” başlığı altında, göreve katılımın Türkiye’ye ne gibi getirileri olabileceği tartışılmaya çalışılacaktır. Böylece okuyucuya riskleri ve fırsatları değerlendirme olanağı sunulacaktır. Çalışma, genel bir değerlendirmeyle sonuçlandırılacaktır.

1. Riskler

Riskler, daha çok, Lübnan’a asker gönderilmemesini savunanlar tarafından ön plana çıkarılmaktadır. Lübnan’a asker gönderilmesine karşı olanların en önemli gerekçesi, “asker kaybı olasılığı”dır. Bu, barış gücü operasyonlarına gönüllü katılımda bulunan ülkelerin en başta dikkate aldıkları konudur. Birçok değerlendirmenin sonucunda “bir askerimize bile zarar gelme olasılığı var mıdır?” sorusu sorulmaktadır. Dolayısıyla asker kaybı riski haklı ve kabul edilebilir bir gerekçedir ve elbette dikkat edilmesi gereken bir konudur. Fakat, aşağıda belirtileceği gibi, başka unsurlar da söz konusu olabilmektedir.

a. Devletler, siyasal ve ekonomik çıkarları ya da güvenlik kaygıları nedeniyle barış gücüne katılırlar. Uygulamada çoğu devlet, asker kaybı konusunda ciddi bir risk olduğunu düşündüğünde asker göndermeme yoluna gitmeyi tercih etmektedir.Asker kaybı denince tabiidir ki silahlı bir çatışma olasılığı kastedilmektedir. Somut konumuz açısından BM Barış Gücü’yle çatışmaya girmesi muhtemel örgüt Hizbullah’tır. Hizbullah, Türk askerlerinin de gideceği bölge olan Güney Lübnan’da gerçekten çok güçlüdür ve “isterse” Barış Gücü’ne yönelik bir operasyona girişebilir ve kayıp verdirebilir. İsrail’in 1982 yılında Güney Lübnan’ı işgalinin ardından kurulan Hizbullah, o yıllarda bölgede görevli barış gücüne yönelik büyük bir saldırı düzenlemiş ve barış gücü, büyük oranda çekilmek zorunda kalmıştır.

Bundan sonra sıralanacak riskler de esasen birinci başlıkla (Hizbullah’la çatışma) bağlantılıdır. Yani bu riskler, birinci olasılığın gerçekleşmesi durumunda ortaya çıkabilecektir.

b. Bir çatışmanın başlaması ve gelişmesi halinde ortaya çıkabilecek ikinci bir risk, Türkiye’nin İran ve Suriye ile ilişkilerinin bozulmasıdır. Bu ülkelerle son yıllarda yakın ilişkiler geliştirilmiştir. Suriye ile Adana Mutabakatı sonrasında gelişmeye başlayan ilişkiler, Irak Savaşı’ndan sonra daha da derinleşmiştir. 1 Mart tezkeresinin TBMM tarafından reddi, hem Suriye hem de İran’ın Türkiye’ye bakışında olumlu etkiler yapmıştır. Irak konusunda duyulan ortak kaygılar üç ülkeyi belli konularda bir araya getirmiştir. Üç ülkenin Irak’a genel bakışları farklı olsa da, toprak bütünlüğünün korunması bakımından ortak bir politika yürütmektedirler. Bu da son yıllarda İran ve Suriye’yi PKK konusunda Türkiye ile işbirliğine yöneltmiştir. İşte Türkiye’nin UNIFIL’e katılımı ile birlikte ortaya çıkabilecek en önemli risklerden biri, bu olumlu sürecin bozulmasıdır.

Hizbullah, Suriye ve özellikle de İran’dan bağımsız düşünülemez. Hizbullah’ın, İran ve Suriye’nin “vekili” olduğu şeklindeki bir yaklaşım doğru olmamakla birlikte, örgütün bu devletlerin etkisinde olduğu ve büyük bir destek aldığı da gerçektir. Hizbullah, her iki ülkenin de en önemli bölgesel kozlarından biridir. Bu nedenle İran ve Suriye, Hizbullah’ı kaybetmek istememektedir. Dolayısıyla Hizbullah’ın aleyhine olabilecek her türlü gelişme bu ülkeleri rahatsız edecektir.

Barış Gücü birkaç açıdan Hizbullah’ın yeteneğini İsrail’e karşı zayıflatacaktır. Öncelikle, Hizbullah’ın İsrail’e karşı eylem gerçekleştirme yeteneği oldukça sınırlanmış olacaktır. Güney Lübnan’dan çıkarılacağı için, İsrail’in kuzey sınırı Barış Gücü aracılığıyla güvence altına alınmış olacaktır. Barışı bozan taraf olmak istemeyeceği için, Barış Gücü oradayken Hizbullah’ın İsrail’e saldırması son derece zorlaşacaktır. Barış Gücü’nün en önemli görevlerinden biri, Suriye sınırı ve denizden girişleri kontrol ederek Hizbullah’a olası silah sevkıyatını engellemektir. Barış Gücü’nün konuşlanmasından sonra İran’ın sağladığı silahlar Suriye üzerinden kolayca Hizbullah’a aktarılamayacaktır. Suriye ve İran’ın Barış Gücü’ne bakışları bu çerçevede şekillenecektir. Dolayısıyla güç içindeki her unsura olumsuz yaklaşacaklardır. Bunun da ötesinde, ikinci kısımda tartışılacağı üzere, Hizbullah’ın kendisinin de Barış Gücü’yle çatışmaya girme olasılığı çok uzak bir ihtimal değildir. Hizbullah’ın girişeceği her eylem, doğrudan arkasındaki İran ve Suriye’yi gündeme getirecektir. Bu nedenle Barış Gücü’ne katkıda bulunan ülkelerin İran ve Suriye ile karşı karşıya gelme olasılığı bulunmaktadır.

c. Barış Gücüne katılmanın risklerinden biri de Türkiye’nin Arap dünyasında son zamanlarda artan prestijinin zarar görmesidir. Çünkü, Arap dünyasında şöyle bir algılama mevcuttur: “Lübnan’a gelecek Barış Gücü, ABD ve İsrail’in çıkarlarına hizmet edecektir. Barış Gücü bu çıkarların aracı konumdadır.” Dolayısıyla Türkiye’nin de bu konuma yerleştirilmesi ihtimali bulunmaktadır. Bu da, Türkiye’nin 1 Mart tezkeresinin reddinin ardından Arap dünyası içinde oluşan olumlu imajını zedeleyebilir.

Birinci başlıkta dile getirilen “Hizbullah’la karşı karşıya gelme” riski, imaj sorununu daha da derinleştirmektedir. Hizbullah, Lübnan Savaşı’ndan birçok anlamda zarar görerek çıkmış olsa bile psikolojik bir zafer kazandığı kesindir. Arap devletlerinin yöneticilerinin resmî söylemlerinin aksine, halklar arasında Hizbullah’ın popülaritesi artmış ve örgütün destek tabanı genişlemiştir. Bu nedenle Hizbullah’la karşı karşıya gelmek Arap halkları nezdinde bir imaj sorunu yaratabilir.

2. Risk Analizi

Yukarıda sıralanan risklerin düzeyine bakmadan önce, Lübnan’a asker göndermeye ilişkin yaklaşımlarda görülen iki temel yanılgıdan bahsetmek gerekmektedir. Aşağıda sıralanacak iki saptamanın, Türkiye’nin gerçek çıkarlarını doğru bir şekilde tespit açısından önünü tıkadığı düşünülmektedir.

Birincisi, ABD ve İsrail’in BM Barış Gücü’ne yönelik düşüncelerinin Türkiye’nin politikalarını etkilemesidir. Türk kamuoyunda, “BM Barış Gücü ABD ve İsrail’in çıkarınadır dolayısıyla bizim Lübnan’a askerlerimizi göndermememiz gerekmektedir” şeklinde bir düşünce bulunmaktadır. Devletler dış politikalarını salt bir ülkeye karşı olmak düşüncesiyle oluşturmazlar. ABD ve İsrail’in BM Barış Gücü’nün Lübnan’a yerleşmesinde çıkarı olması, Türkiye’nin de çıkarının olmasını engellemez. Şu anda Irak’ta olduğu gibi, belli konularda bu ülkelerin çıkarları uyuşmayabilir. Ama belli konularda çıkarlar örtüşebilir. Dolayısıyla konuya “ABD ve İsrail’in çıkarına” yaklaşımından çok, “Türkiye’nin çıkarına mı, değil mi” noktasından bakılması daha sağlıklı olacaktır.

İkinci yanılgı, asker gönderme meselesinin doğrudan PKK ve Kuzey Irak sorunuyla ilişkilendirilmesidir. Bu konudaki yaklaşım da şudur: “Bizim PKK gibi bir sorunumuz varken, dolayısıyla Kuzey Irak’a asker göndermemiz gerekirken, Lübnan’da ne işimiz var?”.

PKK ve Kuzey Irak meselelerinin Türkiye açısından yaşamsal konular olduğu ve diğer tüm konulardan daha fazla önem taşıdığı kesindir. Ama bu konunun önem derecesinin yüksek oluşu, Türkiye’nin diğer dış politik konuları görmezden gelmesine veya geri plana atmasına neden olmamalıdır. Lübnan’a asker gönderme, ancak PKK sorunu açısından bir zafiyet, zarar getirecekse böyle bir yaklaşımın geçerliliği olabilir. Aksi halde bu iki konuyu birbirinden bağımsız düşünmek gerekmektedir. PKK tehdidinin önemi kabul edilmekle beraber, bunun Türkiye’nin önünü tıkamasına izin verilmemelidir.

Bu genel yaklaşımın ardından, ilk bölümde sıralanan riskleri teker teker ele alacak olursak:

a. Kısa vadede olmasa da, gerçekten Barış Gücü’nün asker kaybı verme ve Hizbullah’la bir çatışmaya girme ihtimali vardır. Ancak, kısa dönemde, Türk askeri dahil, Barış Gücü içindeki personelin hedef olma ihtimali düşüktür. Hizbullah son silahlı çatışmadan askerî anlamda ciddi kayıp vererek çıkmıştır ve bir toparlanma dönemine ihtiyaç duymaktadır. Olası bir eylem uzun dönemde ve ancak toparlanmanın ardından gerçekleşebilir.

Uzun dönemde eylem olsa bile, hedefin Türk askerleri olma ihtimalinin düşüklüğü iki nedene bağlanabilir. Birinci neden; -Lübnanlı Ermeniler hariç--, İran, Suriye, Hizbullah ve Lübnan’daki diğer unsurların Türkiye’ye bakış açısı ve duydukları ihtiyaçtır. İkincisi, Türk Barış Gücü’nün görev bölgesi ve görevinin niteliğidir.

İran, Suriye, Hizbullah veya Lübnan içindeki diğer gruplar Barış Gücü’ne tehdit yaratabilir. İran ve Suriye açısından bakacak olursak, bu ülkeler Irak Savaşı’ndan bu yana yoğun uluslararası baskı altındadır. Bu nedenle bölgede Türkiye’ye ihtiyaç duymaktadırlar. Suriye, dışlanmış konumundan kurtulmak açısından Türkiye’ye yakınlaşmaktadır. İran ise, nükleer planları konusunda yaşadığı krizde Türkiye’yi yanında tutabilmek için “jestler” yapmaktadır. İran ve Suriye bu ortam içinde, büyük bir olasılıkla Türkiye’yi karşılarına alacakları bir pozisyona düşmek istemeyeceklerdir. Bu nedenle, Türkiye’nin Lübnan’da hedef olmasına karşı çıkacaklardır. İran ve Suriye’nin isteği / onayı olmadan Hizbullah’ın Türk askerlerini hedef alması oldukça uzak bir ihtimaldir. Ancak yine de Türk askerlerine yönelik bir saldırının olmamasının garantisini kimse veremez. Lübnan içindeki gruplardan sadece Ermeniler[i] Türkiye’ye olumsuz yaklaşmaktadır. Olası bir saldırı, bu toplum içinden bir grubun kışkırtılması sonucu gerçekleşebilir. Şu an için gözüken en büyük risk Ermeni kaynaklıdır.

Türk Barış Gücü’nün niteliği ve görev kapsamı da yine asker kaybı olasılığını azaltan bir etkendir. BMGK’nın 1701 (2006) sayılı kararına göre Barış Gücü’nün görev kapsamı şu şekildedir:

- Çatışmaların durdurulmasını gözetlemek,
- Lübnan ordusunun güneye yerleşmesine destek olmak,
- İnsani yardım faaliyetlerinin sivil halka ulaşımına yardımcı olmak,
- Ülkeye silah girişlerinin denetlenmesine yardımcı olmak,
- Çatışmaların önlenmesi için gerekli önlemleri almak,
- Barış Gücü’nün faaliyetlerinin engellenmesi durumunda güç kullanarak karşı koymak,
- Fiziki şiddet altındaki sivilleri korumak.

TBMM kararında, meşru savunma ve çok istisnai durumlar dışında muharip görev üstlenme ve çatışmaya girme gibi bir durumun söz konusu olmadığı belirtilmektedir.[ii] Temel amaç, Lübnan ve İsrail arasındaki istikrar ortamının sürmesine katkıda bulunmak ve Lübnan Hükümeti’nin egemenliğinin tüm ülkeye yayılmasına yardım etmek olarak ifade edilmektedir. Bu çerçevede Türkiye’nin katkısı şu şekilde belirlenmiştir:

- Deniz Görev Gücü için kuvvet tahsis etmek,
- Deniz ve hava ulaşım desteği sağlamak,
- Lübnan ordusunu eğitmek,
- İnsani yardım unsurlarının güvenliğini sağlamak.[iii]

Bu taahhütler dışında, silahlı unsurların silahtan arındırılması dahil, Türk kuvvetlerinin kullanılmayacağı açıkça ifade edilmektedir. Basında çıkan haberlere göre, Genelkurmay Başkanlığının konuya ilişkin raporunda da “çatışma riskinin düşük” olduğu belirtilmektedir.

Türkiye’nin esas işlevi, liman ve havaalanları aracılığıyla Barış Gücü’ne destek olurken, denizden gerçekleşecek olası silah sevkıyatları önlemeye yönelik denetimdir. Daha çok deniz gücünün kullanılıyor olması ve Hizbullah’ı silahsızlandırma gibi bir işlevin kesinlikle üstlenilmemiş olması Türkiye’nin asker kaybı olasılığını düşürmektedir.

b. İkinci risk olasılığına yönelik değerlendirme esasen birinci başlıkta zaten tartışılmıştır. İran ve Suriye’nin mevcut koşulları nedeniyle Türkiye’ye duydukları ihtiyaç açık tavır alınmasını engelleyecektir. Türkiye, Hizbullah’ın silahsızlandırılması bağlamında bir görev üstlenmediği sürece, salt Barış Gücü içinde yer aldığı için İran ve Suriye ile ilişkilerin temelinden değişme olasılığı çok düşüktür. Bu iki ülkeyle Türkiye’nin iyi ilişkiler içinde olması gerekliliği kaçınılmazdır. Ancak Lübnan’a asker gönderme bu iyi ilişkilerin alternatifi değildir. Hem asker gönderilip hem de bu ülkelerle mevcut iyi ilişkiler korunabilir.

c. Üçüncü risk faktörünün gerçekleşmesi için Hizbullah’la çatışmaya girilmesi gibi bir koşul gerekmektedir. Bu olasılığın düşüklüğü zaten belirtilmiştir. Bunun yanında Arap dünyası içinde Hizbullah’a ve son olaylara bakış açısından bir bölünme de söz konusudur. Yukarıda ifade edildiği üzere, Hizbullah savaştan psikolojik anlamda büyük kazançlar sağlamış ve “halklar arasında” destek tabanını genişletmiştir. Ancak “Arap yönetimleri” bazında baktığımızda durum farklıdır. Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan gibi ülke yönetimleri savaş nedeniyle Hizbullah’ı sorumlu tutmakta ve son derece mesafeli yaklaşmaktadırlar.[iv] Bu, Şiiliğin yükselişi ve dolayısıyla bölgede İran etkisinin artması, radikal İslam’ın yükselişi gibi nedenlerden kaynaklanmaktadır. Yönetimlerin bu “resmî” bakışının ileride Arap kamuoyunu da etkilemesi düşünülebilir. Bu nedenle, Türkiye’nin imaj kaybının sınırlı düzeyde kalacağı söylenebilir.

Tüm bu değerlendirmelerin ışığında varılabilecek sonuç, risk düzeyinin düşük olduğudur. Risklerin tamamen ortadan kalkması gibi bir durum söz konusu değildir. Ancak her şeyde olduğu gibi, dış politikada da, risk almadan önemli yararlar elde etmek olanaksızdır. Burada önemli olan, risklerin olabildiğince doğru ve gerçekçi bir şekilde saptanabilmesi ve değerlendirilebilmesidir. Aslında, risk gerçekten düşük bile olsa, asker göndermenin ulusal çıkarlara kayda değer bir katkı sağlayıp sağlamayacağının irdelenmesi büyük önem taşımaktadır.

3. Lübnan’a Neden Asker Göndermeliyiz?

a. AB İle İlişkiler: Lübnan’a asker göndermenin AB ile ilişkiler sürecinde olumlu getirileri olabilir. Burada Türkiye’nin AB üyeliğini radikal bir biçimde etkileyecek bir etkenden bahsedilmemektedir. Ancak, Türkiye’nin Barış Gücü’ne katkıda bulunması, AB’nin Türkiye ile ilişkilerini değerlendirirken dikkate alacağı yeni bir unsur olabilir. Türkiye’nin AB nezdinde önemi artacaktır. Türkiye’nin AB için en büyük önemi stratejik konulardır. AB belli bölgelerde daha etkin rol arayışı içindedir. Bunu Türkiye aracılığıyla yapabileceğini düşünmektedir. Bu güce katılım AB’ye bu konuda gösterge olacaktır. Türkiye askerî kapasitesini gösterecektir. Türkiye’nin sadece hava sahasını, limanlarını ve havaalanlarını kullandırması bile, jeopolitik konumunun ne kadar büyük bir önem taşıdığını somut olarak gösterebilecektir. Ortak kültürel özelliklerimizin ve halkının çoğunluğu Müslüman olan bir ülke olmamızın AB’ye bu bölgelerde daha etkin olabilmek açısından sağlayacağı katkı ortaya çıkabilecektir. Türkiye’nin, “Doğu ile Batı arasında köprü olma” işlevi soyut bir coğrafi tanımlama olmaktan çıkıp, siyasal ve somut bir anlam ve içerik kazanacaktır. Barış gücünün başarısı için, yerel güçlerin ve halkın desteği anahtar unsurdur ve barış gücünün halk tarafından tamamen tarafsız bir güç olarak algılanması, uygulamalarıyla örnek olması gereklidir. Türkiye işte bunu sağlayacak askerî yeteneğe ve deneyim birikimine sahip olan bir ülkedir. Lübnan krizi, AB’ye, Türkiye aracılığıyla bölgede nasıl daha etkin bir rol oynayabileceğini gösterebilecektir.

b. Pazarlık Aracı: Türkiye’nin Lübnan Barış Gücü’ne katılımı büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle uluslararası toplumun çeşitli kesimlerinde ısrarla Türkiye’nin katkısının önemi vurgulanmıştır. Bu önemin birkaç nedeni vardır. Birincisi Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması ve Arap dünyası ile ilişkileridir. Bu, Barış Gücü’ne bakışı etkilemektedir. Bundan da önemlisi, Türkiye’nin varlığı İran ve Suriye’nin güce yönelik politikalarını olumlu etkileyecektir. Bu ülkeler, Güç’e karşı bir eyleme girişmeyi düşünürlerse, Türkiye önemli bir engelleyici faktör olabilecektir. İşte Türkiye bu önemini etkin biçimde kullanabilirse güce katılımı konusunu bir pazarlık aracına çevirebilir. Bu tabii ki güce katılım öncesinde gerçekleşecek bir pazarlık olmayacaktır. Daha sonraki aşamada diplomasinin etkin kullanımıyla, katkımız Türkiye’ye somut getirilere dönüştürülebilir. PKK, Kuzey Irak, AGSP içindeki konumumuz[v] ve BM Güvenlik Konseyi’ne üyelik, bu bağlamda ilk akla gelen konulardır.

c. Orta Doğu’da Etkin Aktör Olma: Türkiye bölgesel bir güç olma iddiasında bir devlettir. Orta Doğu, coğrafi, tarihsel, kültürel nedenlerle Türkiye’nin etkin olmak istediği bölgelerden biridir. Buradaki güvenlik ortamı, istikrarsızlık Türkiye’nin güvenliğini doğrudan etkilemektedir. Bunlara siyasal ve ekonomik gerekçeler de eklenebilir. Etkinlik arayışı varsa ve bölge Türkiye’yi doğrudan etkiliyorsa, gerektiğinde çatışmaların bile dışında kalmak, bu amaçlara hizmet etmeyecektir. Güce katılım Türkiye’yi bölgede daha önemli bir aktör konumuna getirecektir. Türkiye’nin Orta Doğu’daki etkinliği tartışılırken sürekli “hem Batı hem Arap dünyası hem de İsrail’le iyi ilişkilere sahip olma” gündeme getirilmektedir. Bu önemli olmakla birlikte, İsrail-Filistin sorununda görüldüğü gibi, ciddi bir etkinlik sağlanamayabilmektedir.[vi] Daha fazla rolün gereği, çatışan taraflar, bölgedeki aktörlerle yakın ilişkilerden ve karar almalarını etkileyebilme kapasitesinden geçmektedir. Lübnan’da bulunmak Türkiye’ye bu açıdan fırsat sunacaktır. Lübnan Hükümetiyle ve içerideki farklı gruplarla somut ilişkiler kurulacaktır. Bu da Türkiye’yi bölgede daha etkin bir konuma yükseltebilecektir.

ç. Bölgede Stratejik Üstünlüğün Korunması: Afganistan ve Irak Savaşı, İran açısından ABD gibi bir tehdidi hemen yanı başına taşımış olsa da, diğer taraftan bölgede güçlenmesine neden olan fırsat alanları da yaratmıştır.[vii] Afganistan’da ve Irak’ta İran’ın rekabet halinde olduğu rejimler yıkılmış, üstelik, kendisinin desteklediği gruplar -Afganistan’da Kuzey İttifakı ve Irak’ta Şiiler- iktidarda etkin konuma gelmişlerdir. Filistin’de yine kendisinin uzun yıllardır desteklediği HAMAS iktidara gelmiştir. Bu zincirin son halkası, Lübnan’daki Hizbullah varlığı sayılabilir. Son savaşla Hizbullah’ın Lübnan içindeki gücü ve İsrail’e karşı oluşturduğu tehdidin boyutu net olarak görülmüştür. Hizbullah’ın güçlenmesi, bölgede İran etkisinin daha da artmasıyla sonuçlanacaktır.

Genelkurmay Eski Başkanı Emekli Orgeneral Hilmi Özkök’ün ifadesiyle, “Türkiye bölgede stratejik üstünlüğünü kaybetmektedir.”[viii] İran ise, Hizbullah aracılığıyla etkinliğini Lübnan’a da yaymaktadır. Hizbullah’ın siyasallaşması, silah bırakması konusuna bu açıdan bakılabilir. Asker göndermeye, Türkiye’nin bölgesel üstünlüğünü koruması ve çıkarları açısından yaklaşılması daha doğru olacaktır.

d. Şiiliğin Yükselişinin Önlenmesi Gerekliliği: Irak Savaşı sonrasında Orta Doğu üzerine yapılan yorumlarda zaten artan bir Şii etkisinden bahsedilmektedir. Hizbullah’ın Lübnan’da artan gücü bu görüşü pekiştirmektedir. Birçok yorumda, Hizbullah’ın eylemleri ve “zaferi” bölgede Şii-Sünni ayrışımını derinleştiren bir etken olarak değerlendirilmiştir. Bu durum, Türkiye’nin güvenliği açısından olumsuz sonuçlar doğurabilir. Bölgede Şiiliğin etkinlik kazanması, Iraklı Şiilerin siyasal süreçlere bakışında değişimler yaratabilir. Ayrışımın derinleşmesi, Irak içinde Sünnilerle beraber yaşama düşüncesine zarar verebilir. Sonuçta, Şiilerin yeni politik yükselişi Irak’ın parçalanmasında önemli bir unsur olabilir. Sadece bu faktörün Şiilerin bakışlarını şekillendirmesinden bahsedilmemektedir. Bu olgu, ancak ayrılma yönünde gelişebilecek bir süreci etkileyecek bir unsur olarak değerlendirilebilir. Bu yönde bir gelişimin Türkiye’nin güvenliği ve Irak politikası açısından doğuracağı zararlar açıktır.

e. İstikrarsızlığın Önlenmesi: Türkiye genel olarak Orta Doğu’da istikrar arayışındadır. Bölgede otorite boşluklarının oluşması, istikrarsızlık, Türkiye’nin güvenliğini doğrudan veya dolaylı olarak etkilemektedir. Örneğin Hizbullah’ın güç kazanması, bölgede aynı zamanda hem radikal İslam’ın, hem de diğer devlet dışı silahlı grupların güçlenmesine neden olacak bir süreci başlatabilir. Bunların Türkiye’nin güvenliği açısından olumsuz etkileri olabilir.

Sonuç

Barış gücü operasyonlarında başarılı olabilmenin önkoşulu, çatışan tarafların samimi mutabakatı ve desteğidir. Bu açıdan Lübnan bağlamında Türkiye açısından olumlu sayılabilecek koşulların varolduğu söylenebilir. Türkiye tüm taraflarla görüşmüş ve olumlu görüşlerini almıştır. Bunun da ötesinde Türkiye’nin katılımına tüm taraflar özel önem vermektedir. Bu da Türkiye açısından riskleri azaltan bir unsur olarak düşünülebilir. Halen Beyrut’ta üniversitede dersler veren ve uzun süre Lübnan’da BM Sözcüsü olarak görev yapan Timur Göksel; “Türkiye’nin risk analizini çok iyi yaptığını ve Türk askerine saldırı olasılığını düşük gördüğünü” belirtmektedir.[ix] Dolayısıyla, siyasal, ekonomik ve güvenliğe ilişkin çıkarlar açısından Lübnan’a asker gönderilmesi uygun bir seçenek olarak düşünülebilir.

TBMM zaten bu yöndeki iradesini ortaya koymuştur. Bu noktadan sonra artık düşünülmesi gereken, Lübnan’da Türk askerinin başarılı olabilmesi için neler yapılabileceğidir. Bu ayrı bir çalışmanın konusu olabilir. Son olarak da şu söylenebilir: Sadece asker göndermek kendi başına, bu çalışma içinde sıralanan getirileri sağlamaz. Ancak bu getiriler açısından uygun bir ortam yaratabilir. Bunların gerçekleşmemesi durumunda asker gönderme kararının doğru ya da yanlışlığından çok, sonraki süreçte BM Barış Gücü’ne katılma konusunun Türk siyasi liderliği ve diplomasisi tarafından etkin biçimde kullanılıp kullanılamadığının sorgulanmasını gerektirebilir. Sorun asker gönderme kararının alınmasıyla bitmemektedir. Tersine, belki daha zorlu bir süreç yeni başlamaktadır. Lübnan konusundaki askerî etkinliğimizi somut siyasal ve ekonomik yararlara çevirebilmemiz gerekmektedir.

* ASAM Orta Doğu Uzmanı, E-Posta: oorhan@asam.org.tr.

[i] Ermeniler Lübnan nüfusunun yaklaşık yüzde üçlük kısmını oluşturmaktadırlar. Ermeni partilerden Taşnak Partisi’nin Suriye ve Hizbullah ile yakın ilişkileri bulunmaktadır. Daha detaylı bilgi için bkz. Cengiz Çandar, “Türkiye'ye Lübnan'ın içinden 'tehdit' var mı?”, Bugün, 18 Eylül 2006.
[ii] BM Genel Sekreteri Kofi Annan da, Ankara'daki temaslarında “Türk askerlerinin de yer alacağı BM Geçici Görev Gücü'nün Hizbullah'ın silahsızlandırılmasında görev almayacağı” güvencesini vermiştir. “Silahsızlandırma Yok”, Milliyet, 7 Eylül 2006.
[iii] T.C. BAŞBAKANLIK Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü, Sayı: B.02.0.KKG/165-79/4265, 01 Eylül 2006 tarihli Lübnan’a Asker Gönderme tezkeresi.
[iv] Shaden Yaseen, “1701 Sayılı Kararın Arap Dünyası’ndaki Yansımaları”, Stratejik Analiz, Cilt 7, Sayı 78, Ekim 2006.
[v] Bu fikirdeki katkılarından dolayı ASAM Uluslararası Hukuk Danışmanı Doç. Dr. Sadi Çaycı’ya teşekkür ederim.
[vi] Serhat Erkmen, “Türk-İsrail İlişkilerinde Yeni Bir Dönem mi?”, Stratejik Analiz, Cilt 5, Sayı 61, Haziran 2005.
[vii] Bölgede artan İran etkisiyle ilgili birçok rapor ve yazı yayımlanmış yorumlar yapılmıştır. Burada birkaç örnek verilecektir. “Iran, Its Neigbours and the Regional Crises, Edited by Robert Lowe and Claire Spencer, A Middle East Programme Report, Chatham House, 2006, John Simpson, “Iran's Growing Regional Influence”, BBC News, 20 Eylül 2006.
[viii] “En Çok Tehdit Bu Dönemde”, Radikal, 29 Ağustos 2006.
[ix] Mehmet Ali Birand, “Asker Yollamakla Doğru Yapıyoruz”, Milliyet, 5 Eylül 2006.

No comments: