Thursday, January 19, 2012

Suriye’de Barışçıl Geçiş İçin Umut Var mı?: Suriye İçin Türkiye-Rusya-İran Girişimi

15 Mart 2011 tarihinde Suriye’ye sıçrayan halk ayaklanması neredeyse birinci yılını doldurmak üzeredir. Ülkede şiddet her geçen gün artarak devam etmekte ve sürecin gelişimi ülkede istikrarın sağlanması açısından umut vaat etmemektedir. Halk ayaklanmasının ilk aşamasında geniş halk kitleleri tamamen spontane, örgütsüz, lidersiz ve en önemlisi şiddeti bir araç olarak kullanmayan yöntemlerle Esad yönetimine tepkisini ortaya koyuyordu. Ancak zaman içinde Suriye’de halk ayaklanması yeni bir boyut kazandı ve muhalefet silahlı direniş göstermeye başladı. Bu direniş başta dağınık ve koordineli değilken her geçen gün daha organize bir hal almaktadır. Özgür Suriye Ordusu adı altında birbirinden kopuk ancak duygusal ve düşünsel birliktelik içinde hareket eden askeri muhalefet güçlenmektedir. Güçlenmenin iki temel işareti vardır. Birincisi eylem kapasitelerindeki artıştır. Suriye’de artık sadece sivil halk ölmemektedir. Her gün Suriye Resmi Haber Ajansı SANA’da ölen Suriye askerlerinin cenaze törenlerine ilişkin haberler yer almaktadır. Ayrıca Suriye güvenlik birimleri üslerine profesyonel askerlerin düzenleyebileceği boyutta saldırılar yapılmaktadır. Şam’ın Harasta banliyösünde bulunan Hava Kuvvetleri İstihbaratı’na düzenlenen saldırı örnek olarak verilebilir. Özgür Suriye Ordusu’nun güçlendiğini gösteren ikinci veri ise sahip olduğu üyelerin hem sayısında hem de niteliğinde yaşanan artıştır. Geçen hafta içinde Suriye Ordusu’nun kuzey bölgesinin istihbaratından sorumlu Tuğgeneral Mustafa Ahmed El-Şeyh ordudan kaçarak Türkiye’ye sığınmış ve Özgür Suriye Ordusu’na katıldığını açıklamıştır. El-Şeyh, askeri muhalefete geçen şu ana kadar en üst rütbeli subaydır. El-Şeyh yaptığı açıklamada Özgür Suriye Ordusu’na mensup askerlerin sayısının 20-25 bine ulaştığını ifade etmiştir. Her ne kadar bu rakam biraz abartılı gözükse de daha önce Riyad Esad sayının 10-15 bin arasında olduğunu ifade etmişti. Dolayısıyla sayı ve nitelikte bir artış gözükmektedir. Üst rütbeli subayların katılımı Suriye ordunun yapısı ve mücadele tekniklerini daha iyi bilmelerinden dolayı önemlidir. Böylece karşı teknikler geliştirme konusunda etkili olabilirler. El-Şeyh de yaptığı açıklamada “20 bin kişiyi altı ya da yedişer kişilik gruplara ayırarak gerilla savaşına hazır hale getirebilirlerse Suriye Ordusu’nun bir ila bir buçuk yıl içinde çökertileceğini” belirtmiştir. Ayrıca Kuzey bölgesinin istihbaratından sorumlu olması nedeniyle rejimi sıkıntıya sokacak bilgileri de paylaşabilir.

Suriye’de ayaklanmanın kazandığı silahlı boyutun yanı sıra uluslararası ve bölgesel baskı da her geçen gün artmaktadır. Son bir aylık süre içinde ABD ve AB, Arap Birliği sürecinin sonuçlanmasını beklemektedir. Burada amaç Arap Birliği girişimi seçeneğinin tüketilmesi ve Suriye konusunda tam bir mutabakat sağlanmasıdır. Muhtemelen Arap Birliği gözlemci heyetinin çalışmaları sonuç üretmeyecek ve Arap ülkeleri yaptırım uygulama kararından geri adım atmayacaktır.

Suriye yönetimi bu süreçte zaman kazanma çabası içindedir. Burada iki amaç güttüğü düşünülebilir. Birincisi, kazanılan zaman zarfında sahip olmadığı toplumsal meşruiyeti güç yolu ile tesis etmeye çalışmaktadır. 1950, 1960, 1970 ve en son 1980’li yıllarda da daha çok Hama ve Humus merkezli ayaklanmalar aynı yöntemlerle bastırılmıştı. Yönetim geçmişteki refleksleri göstererek kazanılan zaman içinde ayaklanmayı güç yolu ile bastıracağını düşünmektedir. Zaman kazanılması yönetim açısından ikinci bir amaca da hizmet etmektedir. Suriye’de rejimi sonuna kadar destekleyenlerin yanı sıra yönetimden memnun olmasa da alternatifinin daha kötü olacağı düşüncesi ile destek veren kesimler bulunmaktadır. Bu grupların düşüncesinin temel mantığı, Irak ve Libya benzeri bir durumun ortaya çıkacağı, sürecin işgale gidebileceği ve hiç sevmediği Batı’nın ülkelerine yerleşeceği gibi kaygılara dayanmaktadır. İstikrarsızlığın iç savaşa doğru evrilmesi söz konusu kesimlerin zamanla yönetim safına geçmelerine neden olmaktadır. Bu anlamda rejimin kendisi adına başarı sağladığını söylemek mümkündür. Şu anda Suriye’de olaylar Humus, Hama, Dara, Idlib gibi Sünni Arap çoğunluğa sahip vilayetler ile sınırlanmıştır. Olaylar ülke geneline yayılamamaktadır. Başlangıçta kuzeyde ayaklanan Kürtler son aylarda olaylara katılmamaktadır. Güneyde Dürziler çok küçük olayların dışında muhalif kampa geçmemiştir. Hıristiyanların desteği sürmektedir. Dolayısıyla rejim ayaklanmayı belli bölgeler, toplumsal kesimler ve siyasal hareketler ile sınırlandırmıştır. Ayaklanmanın Sünni Arap bölgeler ve siyasal İslamcı kesimlerle sınırlandırılması ile geniş tabanlı muhalefetin önü alınmakta ve ayaklanmanın ülke geneline yayılması engellenmektedir. Buradan yola çıkarak rejimin yaşam süresinin çok da kısa olmayacağını ve firar eden Tuğgeneral El-Şeyh’in de ifade ettiği gibi 2 yıla yayılan bir süre alabileceğini söylemek mümkündür.

Bu fotoğrafa bakarak Türkiye açısından bir değerlendirme yapıldığında sürecin büyük riskler taşıdığını söylemek mümkündür. Zira Türkiye’nin Suriye’den temel beklentisi “istikrar” ve kalıcı istikrar için de “demokrasi”dir. Ancak istikrarsızlığın belli bir süre daha artarak devam edeceği görülmektedir. Daha sıkıntılı olan ise rejim değişikliğinin mevcut durumdan daha kötüsünü üretmesi olasılığıdır. Türkiye açısından sorun, iki temel beklentisi olan “istikrar ve demokrasinin” nasıl bir arada sağlanacağıdır. Türkiye, Suriye’de olaylar başladığından bu yana barışçıl geçiş için çaba sarf etmiş ancak belli bir noktada Suriye yönetiminden umutların kesilmesi ile baskı ve izolasyon politikasına geçmiştir. Burada Türkiye açısından şu soru sorulabilir: “Suriye’de barışçıl geçiş halen bir umut var mıdır?” Zira rejimin ani çöküşü, dış müdahale gibi bütün olasılıklar yeni Suriye’nin Türkiye’nin güvenlik, siyasi ve ekonomik çıkarları açısından büyük riskler barındırmaktadır.

Her şeyden önce Suriye’de değişim kaçınılmazdır. Türkiye’nin bu değişim hareketinin karşısında durması ne reel politik açıdan uygun bir seçenektir ne de meşrudur. Dolayısıyla bu yazıda savunulan değişimin önünde durulması değil, değişimin nasıl yönetileceğine ilişkin bir öneri geliştirmektedir. Zira Suriye’de ani bir rejim değişikliği yaşanması ile ortaya çıkacak yeni dinamikler demokratik bir siyasal yapı üretmeyebilir. Bu yaklaşımın temel dayanağı Ortadoğu’da tarihsel olarak ya da son yıllarda merkezi otoritenin, devlet aygıtının zayıf olduğu iki örneğin sunduğu tablodur. Bunlar merkezi otoritenin tarihsel olarak zayıf olduğu Lübnan ve 2003 ABD işgali sonrası devletin tüm kurumları ile çöktüğü ve zayıf bir merkezi otoriteye sahip olan Irak’tır. Bu örnekler Suriye’de rejimin ani olarak yıkılması durumunda yaşanabilecekleri öngörmek açısından çarpıcıdır.

Bahsedilen örneklerin ortaya çıkardığı siyasal ve toplumsal sonuçları beş ana başlıkta sınıflandırabiliriz. Birinci sonuç “etnik-mezhepsel çatışmalar ve iç savaş”tır. Buna Irak’ta 2003 sonrasındaki Şii-Sünni ve Arap-Kürt çatışmaları örnek verilebilir. Lübnan’a baktığımızda da kuruluşundan itibaren Müslümanlar ve Hıristiyanlar, sonrasında Şiiler ve Sünniler arasında yaşanan çatışmalar, 1975 yılında başlayarak 1990 yılına kadar devam eden farklı dinsel gruplar arası iç savaş örnek olarak verilebilir. Suriye’de en büyük olasılık ise tarihsel olarak karşılıklı güvensizliğin bulunduğu Sünni ve Arap Alevi toplumları arasında yaşanması muhtemel çatışmadır. Bir diğer olasılık 2004 Kamışlı olaylarının gösterdiği gibi Arap-Kürt çatışmasıdır.

İkinci sonuç, siyasal istikrarsızlık ve zayıf hükümetlerin ortaya çıkışıdır. Siyasal istikrarsızlık açısından bakıldığında Irak’ta 2003 sonrasında gerçekleştirilen seçim süreçleri son derece sıkıntılı geçmekte ve bir şekilde seçim süreci atlatılsa da hükümet kurma aşaması uzun süreler alabilmektedir. Aynı şekilde Lübnan’da da hükümetler hem zor kurulmakta hem de yaşam süresi kısa olabilmektedir. Dolayısı ile Suriye’de de siyasal süreçler söz konusu ülkelere benzerlik taşıyabilir.

Üçüncü sonuç dış müdahale ve etkilere açık hale gelmektir. Lübnan bağımsızlığını kazandığından, Irak ise 2003’ten bu yana bölgesel ve bölge dışı güçlerin oyun alanı olmuştur. Güçlü merkezi otorite olmadığı için her toplumsal grup veya siyasal hareket içerdeki konumlarını güçlendirmek amacıyla dış aktörlerden destek arayışına girmektedir. Yani merkezdeki boşluk dış güçler tarafından doldurulmaktadır. Suriye’de rejimin ani çöküşü buna benzer bir durum yaratabilir.

Dördüncü sonuç, federalizmin ortaya çıkması ve hatta toprak ve siyasal bütünlüğün korunamamasıdır. Federalizm açısından bakıldığında işgal sonrası Irak son derece çarpıcı bir örnektir. Iraklı Kürtler 1991 sonrasında de facto olarak kazandıkları otonomiyi 2003 işgali sonrasında yasallaştırmıştır. Federal bölge talepleri kuzey ile sınırlı kalmamış halen güneyde ve orta kesimde bazı vilayetler kendi bölgelerini kurma yönünde talepte bulunmaktadır. Irak resmi olarak federal bir ülke haline gelmiş ve ABD askerlerinin de çekilmesi ile sürecin ilerde toprak bütünlüğünün korunamaması ve parçalanmayı gündeme getirmesi riskini taşıdığı görülmektedir. Suriye’de ise federal yapının tarihsel bir geçmişi olduğunu ve şu anda da buna müsait bir toplumsal yapının olduğunu söylemek gerekmektedir. Suriye, Fransız mandası döneminde Şam Devleti, Halep Devleti, Arap Alevi Devleti, Dürzi Devleti gibi farklı bölgelere bölünmüştü. Günümüzde de merkezi otoritenin çökmesi merkez kaç kuvvetlerin harekete geçmesine neden olabilir. Yerel siyaset ve otoriteler güç kazanabilir. “Yeni Suriye”de bölge oluşturma açısından Arap Alevilerin, Dürzilerin, Kürtlerin öne çıkması muhtemeldir.

Son olarak da devlet dışı silahlı örgütlerin veya terör örgütlerinin devlet otoritesinin yanında söz konusu ülkelerde zemin bulabilmesidir. Bu açıdan Lübnan’a baktığımızda ulusal ordudan daha güçlü konumda olan Hizbullah’ı görmekteyiz. Irak’a baktığımızda her ne kadar yasal olsa da Kürtlerin peşmerge kuvvetleri varken Şiilerin Bedr Tugayları gibi devletten bağımsız kendilerine ait silahlı milis güçlerinin olduğu görülmektedir. Bunun yanı sıra terör örgütleri de kendine güvenli alan bulabilmektedir. Örneğin 2003 sonrasında Irak’ta El Kaide’nin ve Kuzey Irak’ta PKK terör örgütünün kendine yaşam alanı bulması örnek olarak verilebilir. Suriye’de ulusal ordunun ve güvenlik birimlerinin Irak’ta Baas benzeri ani çöküşü her bir grubun kendini korumak için silahlanma yolunu seçmelerine de neden olacaktır. Suriye’de mevcut silahlı kurumlar konumlarını gayri meşru yollardan sürdürme arayışında olacaktır. Güvenliklerini sağlama çabasındaki diğer etnik ve mezhepsel gruplar da silahlı milis kuvvetlerini kurmak isteyecektir. PKK lideri Murat Karayılan’ın Suriyeli Kürtlere yönelik olarak şimdiden “öz savunmanızı geliştirin, silahlanın” şeklindeki telkinleri bu bağlamda düşünülebilir. Suriye’de kaos ortamı Selefi gruplar ve PKK’nın yeni güvenli bölgeler ve mücadele alanları oluşturmasına yol açabilir. Bu öngörünün temelinde hali hazırda Suriye’de güçlü olmasa da Selefi grupların belli bir zemine sahip olması ve Suriyeli Kürtler arasında PKK’nın etkin oluşu yatmaktadır.

Bu olumsuz tablo Türkiye açısından riskler taşımaktadır. Çünkü Suriye’deki temel beklentisi istikrar ve demokrasi olan Türkiye’nin beklentilerinin aksine güvenlik sorunu yaşayan, siyasal istikrarını bir türlü sağlayamayan, bölünme riski taşıyan, terör örgütlerinin zemin bulduğu, en uzun sınıra sahip olduğu ülkede birçok farklı ülkenin çıkarlarını koruma gayretine düştüğü bir Suriye ortaya çıkabilir. Türkiye, “yeni Suriye”de istikrarı sağlamak için şu anda Irak ve Lübnan’da yaptığı gibi yoğun mesai verecek ve enerjisini harcayacaktır. Siyasal istikrarsızlık ve zayıf devlet, güvenlik ortamını bozacak ve şiddet dalgası Türkiye’nin sınır bölgelerini etkileyebilecektir. Güvenliğin olmaması ekonomik riskleri de beraberinde getirecek ve daha önemlisi sosyal, siyasal, ekonomik entegrasyon süreci hayata geçirilemeyecektir.

Ancak diğer taraftan Suriye’de ayaklanma öyle bir boyuta ulaşmıştır ki Esad rejiminin yıkılması kadar varlığını devam ettirmesi de ülkede istikrarsızlık kaynağı haline gelmiştir. Dolayısıyla Suriye’de statükonun sürdürülebilir olmadığı ortadadır. Türkiye açısından en tercih edilen “demokrasiye barışçıl geçiştir.” Bunun bir şekilde sağlanması hem rejimin ani çöküşünün hem de rejimin değişmeden hayatını sürdürme çabasının yaratacağı riskleri minimize edecektir. Ancak bu olasılık Suriye yönetiminin uzlaşmaz tavrı ile ne yazık ki her geçen gün zorlaşmaktadır. Esasen Türk dış politika karar alıcıları baştan itibaren bunu sağlamaya çalışmış ancak Suriye tarafının geri adım atmaması nedeniyle başarılamamıştır.

Ancak baskı ve izolasyon politikasına geçmeden tüketilmesi gereken son bir seçenek daha söz konusudur. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da bir televizyon kanalı programında yaptığı açıklamada “çok az da olsa barışçıl değişim için umudunun olduğu” sözlerini kullanmıştır. Suriye’de barışçıl geçiş ancak ve ancak Esad yönetiminin önderlik edeceği bir değişim paketinin hayata geçirilmesi ile mümkündür. Gelinen noktada Türkiye’nin Suriye yönetimi ile iletişim kanalları tamamen olmasa da muhtemelen büyük ölçüde kapanmıştır. İletişim sağlansa bile Suriye’nin böyle bir noktadan itibaren Türkiye’nin telkinlerini dikkate alması mümkün değildir. Şu an itibarıyla Suriye yönetiminin politikalarında değişim sağlayabilecek iki aktör kalmıştır. Bunlar Rusya ve İran’dır. Suriye rejimi, iki ülkenin desteği olmadan yaşamasının mümkün olmadığının farkındadır. Rusya’nın silah desteği vermeye devam etmesi, savaş gemilerini Tartus limanına göndererek caydırıcılığını ortaya koyması ve BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye’ye yönelik kararlara veto uygulaması Esad yönetimi açısından hayati öneme sahiptir. Bunun yanında İran da sonuna kadar Suriye yönetiminin yanında olduğunu ve olayların güç yolu ile bastırılmasına destek verdiğini göstermiştir. Bölgedeki tüm kozlarını Suriye lehine harekete geçireceğinin işaretlerini Irak ve Lübnan’da vermektedir. Söz konusu destekler Esad yönetimi açısından kritiktir. Dolayısıyla yönetimin değişim adına tatminkar adımlar atması ancak Rusya ve İran’ın baskısı ile sağlanabilir. Rusya ve İran da Suriye’deki istikrarsızlığın Libya benzeri bir uluslararası müdahale ile sonuçlanmasını istememektedir. Mevcut durumun sürdürülebilir olmadığının anlaşıldığı ortamda Türkiye, Rusya ve İran açısından en uygun seçenek yeni bir bölgesel inisiyatif geliştirmektir. Türkiye, Rusya, İran girişiminde bir taraftan ABD ve AB’nin, rejim yıkılması ve buna yönelik askeri müdahale dahil her türlü aracın kullanılmasını isteyen yaklaşımları dışlanacaktır. Diğer taraftan Suriye’nin taviz vermeyen pozisyonunun sürdürülebilir olmadığı kabul edilecektir. Suriye yönetiminin kontrolü altında siyasal alanda gerçek muhaliflere alan açılacaktır. Esad yönetimi göstermelik adımların ötesinde muhalefeti de tatmin edecek bir değişime liderlik edecektir. Türkiye de Suriye muhalefetinin iknası noktasında çaba sarf edecektir. Bu girişimin en büyük riski Suriye siyasal muhalefetinin, ayaklanan Suriyeliler üzerinde gerçek bir gücünün olmamasıdır. Dolayısıyla rejimin kökten değişmesini isteyen ve her gün sokaklara çıkan Suriyelilerin nasıl farklı pozisyon almaya zorlanacağı şüphelidir.

Bu süreç başarısız olsa dahi birkaç açıdan fayda sağlayacaktır. Her şeyden önce Rusya ve İran’ın Suriye’ye ilişkin pozisyonlarında girişim öncesine göre farklılık olacaktır. Koşulsuz destek çekilerek Türkiye’nin de esasen ulaşmak istediği “tam mutabakat” sağlanabilir. Bunun yanı sıra Suriye meselesinin, Türkiye-Rusya ve Türkiye-İran ilişkilerinde yarattığı olumsuzluklar en aza indirilebilir.

No comments: