Friday, January 14, 2011

Lübnan’da Hükümet Krizi ve Türkiye

7 Haziran 2009 tarihinde gerçekleşen Lübnan parlamento seçiminin üzerinden 5 ay geçtikten sonra Gelecek Hareketi lideri Saad Hariri Başbakanlığında bir hükümet kurulabilmişti. Ulusal uzlaşı hükümetinde 8 Mart İttifakı olarak bilinen muhalefetten de bakanlar yer almıştı. Dağılım şu şekilde belirlenmişti. Seçimden zaferle ayrılan 14 Mart İttifakı’na 15, 8 Mart İttifakı’na 10 bakanlık verilmesi ve Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman’ın geriye kalan 5 bakanlık koltuğunu belirlemesi konusunda uzlaşılmıştı. Ancak birkaç gün önce muhalefetin 10 bakanı ile birlikte Mişel Süleyman’ın kotasından bakanlar kuruluna giren bir bakan istifa etmişti. 11 bakanın istifası ile Lübnan Anayasasına göre uzlaşı hükümeti düşmüş oldu. Önümüzdeki süreçte Lübnan Cumhurbaşkanı parlamentodaki gruplarla görüşerek yeni bir başbakan adayı atayacak ve yeni bir hükümet kurulmaya çalışılacaktır. Lübnan’ın bölünmüş siyasi yapısı ve gruplar arası düşünce farklılıkları düşünüldüğünde uzun bir hükümet kurma sürecinin yaşanacağı şimdiden söylenebilir.

Esasen Lübnan’da böyle bir siyasal krizin yaşanacağının işaretleri çok önceden veriliyordu. Yaklaşık bir yıldır Lübnan’daki siyasi tartışmaların merkezinde Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri suikastını araştırmak üzere Birleşmiş Milletler bünyesinde kurulan Lübnan Özel Mahkemesi’nin yürüttüğü soruşturma yatıyordu. Mahkemenin ilk bulguları hakkında uluslararası basında çıkan haberlerde suikastla Hizbullah örgütünün doğrudan bağlantılı gösterileceği ifade ediliyordu. Bu iddiaları kesin bir dille reddeden örgüt, lideri Nasrallah’ın ağzından “mücahitlerimize uzanacak elleri keseriz” şeklinde sert bir mesaj yollamıştı. Bu mesaj hem uluslararası topluma hem de içerdeki rakiplerine verilmiş bir mesaj idi. Zira 14 Mart İttifakı suikastın sorumlularının ortaya çıkarılması için Mahkemeye tam destek veriyordu. Hatta Lübnan hükümetinin verdiği siyasi ve finansal destek olmaksızın Mahkeme’nin sağlıklı bir şekilde yürüme şansının azalacağı biliniyordu. Çoğunluğunu 14 Mart İttifakı’nı oluşturan hükümetin desteği muhalefete yakın bakanların itirazına rağmen veriliyordu. İşte bu zıtlaşma Lübnan’da yeni bir siyasal kriz hatta çatışma ihtimalini gündeme getiriyordu. 11 bakanın istifası ve hükümetin düşmesi de doğrudan Lübnan Özel Mahkemesi’nin yürüttüğü soruşturma ile bağlantılıdır.

14 Mart İttifakı ve muhalefet arasındaki krize çözüm bulabilmek, gerginliğin çatışmaya dönüşmesini engellemek için Suriye ve Suudi Arabistan’ın öncülüğünde bir girişim yürütülüyordu. İki ülkenin merkezde yer aldığı bu çabaları ABD, Türkiye, İran, Fransa, Katar gibi ülkeler de yakından takip ediyor ve sürecin bir şekilde içinde yer alıyordu. Lübnan’da hükümetin düşmesi Suriye-Suudi Arabistan girişiminin de başarısızlıkla sonuçlandığını göstermiştir. Muhalif bakanların istifaları, Özgür Vatansever Hareket Lideri Mişel Aoun’un “Suriye-Suudi Arabistan görüşmeleri çıkmaza girmiştir” açıklamasını takiben gerçekleşmiştir. Bundan sonraki süreçte daha fazla ülkenin içinde yer alacağı yeni bir barış girişimi çabalarının yaşanması muhtemeldir. Ancak bu sefer Hizbullah’ın daha güçlü olarak masaya oturacağını söylemek mümkündür. Hizbullah hükümetten çekilmesi sonrasında krizin tırmanması durumunda silahlı gücünü devreye sokabileceği endişesini diğer gruplara vermeyi başarmıştır. Mevcut krizin tırmanarak Mayıs 2008 tarihinde Hizbullah’ın Sünni bölgelerini işgal ettiği gibi bir güç gösterisine dönüşmesi ihtimali örgütün elini güçlendirmektedir. Her ne kadar örgütün kendisi de böyle bir durumun yaşanmasını muhtemelen istemeyecek olsa da böyle bir kaygının yayılması pazarlıklarda elini güçlendirecektir. Bundan sonraki süreçte aynı güç dağılımına sahip bir hükümetin ortaya çıkması ihtimali zayıftır. Çünkü seçimler sonrası parlamento dengesi de değişmiştir. O dönemde 14 Mart İttifakı içinde yer alan Dürzi lider Velit Canpolat ve partisi son aylarda taraf değiştirmeye başlamıştır. Dolayısıyla şu anda Lübnan parlamentosundaki denge de net değildir. En büyük mücadele Başbakanlık koltuğunu kimin alacağı konusunda yaşanacaktır. Ülkenin siyasi geleneği gereği yine bir Sünni isim hükümeti kurmak için görevlendirilecektir. Başbakan’ın Sünni olacağı bilinse de nasıl bir siyasal bakışa sahip olacağı önemlidir. 14 Mart İttifakı Saad Hariri’nin yeniden Başbakanlığı konusunu muhtemelen tartışmaya açmak istemeyecektir. Buna karşılık muhalefet de Lübnan Özel Mahkemesi konusunda geri adım atmak istemeyen bir Başbakanı kabul etmeyecektir. Bu durumda en iyimser çözüm, 14 Mart İttifakı’nın Mahkeme konusunda geri adım atması ve Saad Hariri’nin yeniden Başbakanlık koltuğuna oturması gibi gözükmektedir. Bu iyimser senaryonun yanı sıra gerginliğin çözüme kavuşmaması ve sokağa sıçrayarak şiddete dönüşmesi de ihtimal dahilindedir. Böyle bir çatışmanın 1975 yılındaki gibi genişlemesi ise düşük ihtimaldir. Zira şu an itibariyle Hizbullah güç dengeleri açısından orantısız biçimde avantajlı durumdadır. Bu da çatışmaların yayılması ihtimalini zayıflatmaktadır.

Türkiye’nin Rolü

Başbakan Erdoğan’ın Kasım 2009 tarihinde gerçekleşen Beyrut ziyareti, Suriye ve Suudi Arabistan’ın Lübnan’daki gerginliğe çözüm bulma çabası sürerken gerçekleşmişti. Başbakan Erdoğan ziyaret sırasında sorulan bir soruya “Suriye lideri Beşar Esad ile Lübnan’daki durum konusunda koordineli çalıştıklarını” ifade etmişti. Bu da Türkiye’nin bahsi geçen çabalarda etkin şekilde yer aldığını göstermekteydi. Dolayısıyla Erdoğan’ın ziyareti Lübnan’ın siyasal geleceği ile doğrudan bağlantılıydı. Bu sürecin ortaya çıkardığı bir başka gerçek Türkiye’nin Lübnan’daki sorunlara doğrudan müdahil ve süreçte etkili olduğuydu.

Ancak o ziyaretin Türkiye açısından bir risk faktörü doğurduğunu da söylemek mümkündür. Bu faktör de Türkiye’nin kendini tarafsız olarak konumlandırdığı Lübnan’da yavaş yavaş bir grubun arkasındaymış gibi algılanması olmuştur. Başbakan Erdoğan’ın ziyareti İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejat’ın Beyrut ziyaretinden kısa bir süre sonra gerçekleşmişti. O ziyaret Lübnanlı Şiiler tarafından büyük coşkuyla karşılanmış ve İran’ın Hizbullah ve Şii topluma bir desteği olarak yorumlanmıştı. Başbakan Erdoğan’ın ziyaretinde ise Sünni kesimin büyük destek vermişti. Böylece sanki Türkiye Lübnan’daki kamplaşmanın bir tarafıymış gibi bir algı oluşmuştu. Tarafsızlık konumunun zedelenmesine neden olan ikinci faktör, Şiileri temsil eden Hizbullah lideri ile görüşme yapılmamış olması ve Başbakan Erdoğan’ın Kuzey Lübnan’da Sünnilerin çoğunlukta yaşadığı Akkar bölgesinde konuşma yapmasıydı. Ahmedinejat Lübnan ziyareti sırasında Şiilerin yaşadığı güney bölgelere gitmiş ve binlerce kişilik bir topluluğa konuşma gerçekleştirmişti. Başbakan Erdoğan’ın da kuzey bölgesinde 20 bin kişiye hitap etmesi sanki İran’ın güneydeki konuşmasına karşı bir hareket olarak algılanmıştı.

Saad Hariri, ABD ve Fransa ziyaretlerinin ardından dönüş yolunda ani bir Ankara ziyareti gerçekleştirmiştir. Bu ziyaret her şeyden önce Türkiye’nin Lübnan’daki meselelerde son yıllarda artan etkinliğini pekiştiren ve gösteren bir gelişme olmuştur. Bu açıdan olumlu bir gelişme olarak değerlendirmek mümkün olsa da Türkiye’nin Lübnan’da taraf olarak algılanma eğilimine katkı sağlayacağı da söylenebilir. Hariri bu ziyaretini artık Başbakan olarak değil başbakan adayı olarak gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla şu aşamada Başbakanlık için destek arayan bir siyasi lider konumundadır. Bu arayış içinde ilk olarak Türkiye’ye gelmesi gücünü Türkiye’den alıyor imajının güçlenmesine neden olabilir.

Türkiye’nin bundan sonraki süreçte nasıl bir rol oynayacağı konusunda ise akla gelen tek olasılık İran üzerindeki etkinliğini kullanarak Hizbullah ile 14 Mart İttifakı arasında bir uzlaşı sağlamasıdır. Zira Suriye-Suudi Arabistan girişiminin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından Hizbullah’a söz dinletebilecek tek güç olarak İran ön plana çıkmıştır. Türkiye’nin Suriye üzerinden uzlaşı sağlama şansı azalmıştır. Dolayısıyla Lübnan’daki gruplar ile doğrudan yakın ilişkisi bulunmayan Türkiye, İran ile ilişkilerini kullanarak soruna çözüm bulmaya çalışacaktır. Bu sürece Fransa’nın Suriye vasıtası ile etkin bir şekilde dahil olma çabası içinde olduğu görülmektedir. Bu ülkelerin yanı sıra Doha Uzlaşısı’nda olduğu gibi ABD, Suudi Arabistan, Suriye ve Katar gibi ülkelerin dahil olduğu bir hükümet kurma süreci yaşanması muhtemeldir.

Bu krizden muhtemelen Hizbullah ve dolayısıyla İran güçlü çıkacaktır. Hariri, muhalefetin istifası ve Suriye-Suudi Arabistan girişiminin başarısızlığı ile zaten güç kaybı yaşamaktadır. Dürzi lider Velit Canpolat’ın saf değiştirmesi ile parlamentodaki sayısal çoğunluğu kaybetme riskiyle de karşı karşıya kalan Hariri, taviz vermek zorunda kalacaktır. Türkiye de muhtemel arabuluculuk girişiminde 14 Mart grubuna bu yönde telkinde bulunacaktır. Lübnan, bundan sonraki süreçte Refik Hariri suikastının sorumlularının ortaya çıkarılması ya da ülkenin istikrarının korunması arasında seçim yapmak zorunda kalacaktır. Lübnan içi ve bölgesel dengeler düşünüldüğünde suikast sorumlularının ortaya çıkarılması konusunda geri adım atılarak istikrarın korunması yönünde taviz verilmesi daha yüksek ihtimaldir.