Thursday, February 24, 2005

Hariri Suikastının Sonuçları Üzerine

Lübnan’da gerçekleşen Hariri suikastı, uluslararası toplumda Suriye’nin Lübnan’daki varlığı konusunu yeniden gündeme taşımış, zaten uzun süreden beri devam eden çekilmesi yönündeki baskıların yoğunlaşmasına neden olmuştur. Ancak eylem bunun da ötesinde, hem bölgesel hem de uluslararası anlamda sonuçlar yaratacak potansiyele sahip bir olaydır.

Eylem öncelikle Lübnan iç politikası bağlamında sonuçlar doğurabilir. Suikastla beraber Lübnan halkı içindeki Suriye karşıtlığının artması ve gelecekte Suriye’nin olası bir zayıflığı durumunda bunun ortaya çıkması beklenebilir. Bu da önümüzdeki seçimlerden, daha önce Hariri’nin önderlik ettiği söylenen Suriye karşıtı cephenin başarıyla çıkmasına imkan sağlar. Ayrıca suikast, Suriye karşıtı farklı kesimleri ortak hareket etmeye yönlendirerek daha güçlü bir cephenin oluşmasına neden olabilir.

Bölgesel ve uluslararası boyutta ise eylem, Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesini hızlandıran bir süreci başlatmıştır. Suikast Batı’da, doğru ya da yanlış, Suriye tarafından planlanmış bir eylem olarak algılanmıştır. Bu da Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesi konusunda tüm uluslararası toplum arasındaki ortak düşüncenin güçlenmesine yol açmıştır. Suikast sonrasında oluşan ortamda Suriye’yi destekleyen tek ülke İran olmuştur. ABD’nin bölgedeki diğer politikalarının (Irak, İran) aksine Suriye konusundaki bu ortak görüş Suriye üzerindeki baskının da yoğunlaşmasına yol açarak Suriye’nin Lübnan politikasında önemli değişimler yaratabilir.

Tüm bunlar daha çok Suriye’nin Lübnan’daki varlığının, etkinliğinin sona erdirilmesi sürecini hızlandıracak unsurlardır. Bu da genel olarak, İsrail ve ABD’nin istediği yönde bir süreç olacaktır. Çünkü Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesi, bölgede Suriye ve İran’ın etkinliklerinin azaltılması, barış sürecinin önünün açılması anlamında önemli sonuçlar doğuracaktır. Eğer Suriye Lübnan’dan çıkartılabilirse, Hizbullah’ın da etkinliğine son verme imkanı doğacaktır. Bu da Suriye’nin ve özellikle İran’ın bölgeyi etkileme gücünü zayıflatarak ellerindeki önemli bir kozu kaybetmelerine neden olacaktır.

Kendi adına tüm bu olumsuz unsurlara rağmen Suriye, Lübnan kozunu kolay kolay bırakmak istemeyecektir. Lübnan Suriye açısından sadece güvenliği bağlamında öneme sahip değildir. Belki bundan da önemlisi, Suriye’nin Lübnan’ı kaybetmesi durumunda, zaten zayıf karnı olan ekonomisi de çok büyük darbe alacaktır. Bu nedenle Suriye, kazanımlarını kaybetmeme psikolojisiyle, çok uzun yıllara dayanan ve güçlü olan Lübnan’daki istihbarat yapılanması aracılığıyla bu ülkenin istikrarını bozacak eylemlere girişebilir.

Wednesday, February 16, 2005

Lübnan’da Yeniden İç Savaş Korkusu: Hariri Suikastı

Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri, konvoyuna düzenlenen saldırı sonucunda hayatını kaybetmiştir. Hariri, Lübnan’ın en zengin ve en önemli politik figürlerinden birisiydi. Bu konumu nedeniyle belki de ülkenin en çok korunan kişisi konumundaydı. Böyle bir şahsiyetin Beyrut’un orta yerinde, gündüz vakti ve sıkı bir koruma altındaki konvoyuyla beraberken saldırıya uğraması gerçekten anlamlı olabilir. Bu çapta bir eylem beraberinde, “saldırının arkasında kimler var” sorusunu da akla getirmektedir.

Genel eğilim saldırının arkasında Suriye ve Suriye destekli Lübnan’ın olduğu yönünde. Bu olasılık gerçekten de güçlü görünüyor. Hariri daha önceleri Suriye ile iyi ilişkilere sahip olsa da 2004 yılının Ekim ayından bu yana, Suriye ile ilişkileri gerilmiştir. Devlet Başkanı Emil Lahud’un görev süresinin Suriye’nin de baskısıyla uzatılmasından sonra, Lübnan’daki Suriye karşıtı cepheye geçmiş ve Lübnan’da diğer Suriye karşıtı gruplar olan Hrıstiyanlar ve Dürzülerin lideri Velit Canpolat’la bir cephe oluşturmuştu. ABD ve Fransa’nın da desteğini aldığı söylenen bu cephenin, bu yıl içinde Lübnan’da yapılacak seçimlerden de zaferle çıkması bekleniyordu. Bu durum Suriye’nin, Lübnan’daki çıkarlarını tehdit etmiş olabilir ve ülkedeki Suriye karşıtlığının kırılması amacıyla böyle bir eylemi gerçekleştirmiş olabilir. Suriye’nin eskiden de Lübnan’daki konumunu korumak için bu tür operasyonlar düzenlediği bilinmektedir.

Bu olasılık her ne kadar güçlü gibi gözükse de Suriye açısından çok da rasyonel bir davranış olmayacağı düşünülebilir. Zira böyle bir eylemin tüm uluslararası toplumun dikkatini Suriye üzerine çevireceği açıktır. Zaten son dönemde özellikle ABD ve İsrail tarafından baskı altında olan, Birleşmiş Milletler tarafından Lübnan’daki varlığına son vermesi istenen Suriye’nin, böyle bir ortamda bu operasyonu düzenlemesi kendisi açısından çok da akıllı bir adım olarak gözükmemektedir. Çünkü operasyon dikkatleri Suriye üzerine çevirerek mevcut baskının daha da artmasına neden olacaktır.

En güçlü olasılık, Lübnan’da çok güçlü konumdaki Suriye istihbaratı içindeki bir grubun bağımsız olarak böyle bir operasyonu düzenlemiş olabileceğidir. Eğer öyleyse, operasyon Lübnan’daki Suriye karşıtlığına karşı çok ciddi bir mesajdır. Ama ondan da önemlisi, ABD ve İsrail’e karşı bir mesajdır. Bu kesimler, ülkede güvenlik endişeleri doğurarak uygulayacakları politikalar için uygun bir ortam yaratma peşinde olabilirler. Ayrıca Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığını gerekli gösteren bir ortamın oluşmasını da sağlamaya çalışıyor olabilirler. “Eğer biz bu ülkede olmazsak istikrarsızlık çıkar” gibi bir mesaj verilerek, Suriye’nin askeri varlığı, istikrarı korumak bağlamında gerekli kılınmaya çalışılıyor olabilir.

Eylemin arkasında kim olursa olsun, Hariri suikastının sonuçlarına bakacak olursak, öncelikle Suriye üzerindeki baskının artacağını söyleyebiliriz. Eylem, ABD ve İsrail’in, Suriye’ye Lübnan’dan çekilmesi yönünde yaptıkları baskıya meşru bir zemin sağlayacaktır. Ancak bir taraftan Suriye üzerindeki baskı artarken, Suriye’ye, Lübnan’da istikrarsızlık ortamının oluşabileceği endişesiyle işi daha sıkı tutması için de fırsat yaratacaktır.

Sunday, February 13, 2005

İsrail-Filistin Sorununda “Yeni” Barış

Mısır’ın ev sahipliğinde Şarm El Şeyh’de gerçekleşen zirve sonrasında İsrail ve Filistin tarafları, şiddete son verilmesi konusunda anlaşma sağladılar. Bu ateşkes ilk değil ve son olmama ihtimali de bulunmaktadır. Daha önce bu yöndeki birçok girişim başarısız olmuştu. Çok genel anlamda bunun nedenlerinden biri olarak, o dönemki şartların barışın sağlanması için olgunlaşmamış olması söylenebilir. Bu yeni ateşkesi daha öncekilerden ayıran ve barış adına daha fazla umudun doğmasına neden olan ise şu anki ortamın farklı ve daha uygun olmasıdır.

Öncelikle Arafat’ın ölümü ve sonrasında Mahmut Abbas’ın yeni Filistin lideri olması, barış adına daha müsait bir ortam yaratmıştır. İki lider arasında İsrail-Filistin sorununa ve İsrail’le mücadele yöntemine ilişkin yaklaşım faklı bulunmaktadır. Hatta Abbas’ı Arafat’ın anti-tezi olarak ifade eden yorumcular da bulunmaktadır. Abbas, Arafat’tan farklı olarak, silahlı mücadelenin İsrail’e karşı Filistin tarafının müzakere gücünü zayıflattığını ve bu nedenle şiddete son verilmesi gerektiğini düşünmektedir. Dolayısıyla barışa ulaşmak için ilk adım niteliğindeki şiddete son verme konusunda Abbas’ın gerçekten çaba göstereceğini çünkü iradesinin bu yönde olduğunu söyleyebiliriz. Bu düşünce ve irade farkı tarafların masaya oturma olasılığı ve umutlarını artırmaktadır.

Sadece Filistin liderliğinin değil, Filistin halkının da iradesinin artık barış yönünde olduğu söylenebilir. Bir anlamda savaştan yorulan ve daha iyi yaşam koşulları peşindeki halk da sorunun çözülmesini ve barışın sağlanmasını istemektedir. Abbas’ın seçilmesi de Filistin halkının barış yönündeki isteğinin bir göstergesi olarak düşünülebilir.

Sağlanan bu ateşkesten beklentilerin yüksek olmasının bir diğer nedeni de ABD yönetiminin, Başkan George W. Bush’un ikinci dönemiyle beraber ilk döneminin aksine İsrail-Filistin sorununa yöneleceği yönündeki politika değişikliğinin işaretlerini vermesidir. ABD, Başkan George W. Bush’un ilk döneminde Afganistan ve Irak savaşlarıyla daha çok ilgilenmek durumunda kalmıştı. Ancak yeni ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın Şubat 2005 ayının başında yaptığı ilk yurtdışı gezisi kapsamında, İsrail ve Filistin’e de gelerek barış sürecinin destekleneceği yönünde açıklamalar yapması, yeni ABD yönetiminin önümüzdeki dönemde bu sorunla daha çok ilgileneceğinin işareti olarak düşünülebilir. Condoleezza Rice’ın zirve öncesi İsrailli ve Filistinli yetkililerle bir araya gelmesi ve barış sürecine destek vermesi ve hemen bir gün sonra Mısır’da gerçekleşen zirveye katılmaması ABD’nin bundan sonraki politikası için de bir işaret olarak algılanabilir. ABD, sürece destek vereceğini ve sorunun çözülmesi yönünde katkı yapacağını gösterirken diğer taraftan da daha tedbirli ve mesafeli yaklaşacağının sinyalini vermektedir. Yani sürece destek olacağını, yardım edeceğini ama barış sürecini yönetmeyeceğini göstermeye çalışıyor olabilir. ABD’nin aktif olarak içinde olmadığı ve desteklemediği bir barışın da başarı şansının az olduğu söylenebilir.

Nispeten uygun bir ortamın olduğunu söyleyebileceğimiz bu dönemde, Mahmut Abbas’ı ve dolayısıyla barış sürecini tehdit eden unsurlar da varlığını korumaktadır. En küçük bir saldırı dahi şiddeti körükleyebilir ve dolayısıyla barış umutlarını sonlandırabilir. Bu nedenle barışa yönelik en büyük tehdit Filistinli bazı silahlı gruplar ve İsrail içindeki radikal kesimlerden gelecektir. Mahmut Abbas, içerde en büyük zorluğu da bu kesimleri kontrol etmede yaşayacaktır. Tüm silahlı Filistinli gruplara müsamaha gösterilmemesi, yasadışı silahlı gruplara Filistin topraklarından girişilecek bir saldırıya engel olma yönünde kararlı olunması gerekmektedir. Bunun için Filistin içinde bir uzlaşma sağlanması gerekmektedir. Abbas’ın hem kendi lideri olduğu Fetih grubu içinde, hem de Hamas gibi diğer silahlı gruplar arasında bir uzlaşma sağlaması ve bütün kesimlerin onayını alması gerekmektedir. Fetih içinde uzlaşmanın sağlanması bağlamında, genç neslin lideri konumundaki Mervan Barguti’nin İsrail tarafından salıverilmesinin sağlanmasının önemli olacağı söylenebilir.

Filistin içindeki bir diğer önemli aktör Hamas, ateşkes sürecinin Filistinliler arasında sağlanmış bir uzlaşmanın sonucu olmadığını, dolayısıyla ateşkes anlaşmasının kendilerini bağlamadığını açıklamış, ancak İsrail’e tehditler savurmadığı görülmüştür. Hamas, zirve sonrasında Abbas’la oturulup konuşulacağını ve buna göre pozisyonlarının belirleneceğini ifade etmiştir. Abbas’ın Hamas’ı ikna etmesi için bazı güvenceler vermesi gerekmektedir. Bu da siyasallaşma yönündeki düşüncelerini daha önce de açıklayan Hamas’a ve diğer örgütlere, Filistin karar alma süreçlerinde ve siyasal yapılanmasında daha çok yer açılmasıyla sağlanabilir.

Abbas’ın başarısı kendi halkına ve farklı kesimlere ne kadar vereceğiyle de direk olarak bağlantılı olacaktır. Burada da uluslararası toplumun, ama en önemlisi İsrail ve ABD’nin vereceği destek kilit rol oynayacaktır. İsrail’in ve ABD’nin Abbas’ı rahatlatan yöndeki adımları onu içerde daha güçlü kılacak ve şiddeti önleme, Filistin halkının desteğini alma yönünde konumunu sağlamlaştıracaktır. Bu anlamda Filistinli mahkumların salıverilmesi önemli bir kazanç olabilir, ancak salıverilenler arasında sadece Fetih üyelerinin olması özellikle Hamas gibi diğer örgütleri tatmin etmeyecektir. Hamas ve İslami Cihad’ın “İsrail’in tutumlarına göre biz de tutum belirleyeceğiz” sözü tutukluların salıverilmesi konusunda ilk sınavını verecektir. Fetih dışındaki gruplara mensup tutukluların salıverilmemesi bu grupların davranışlarını etkileyebilir. Abbas’ın daha fazla mahkumun salıverilmesi yönündeki isteği de bu çerçevede gelişmiş olabilir.

Bunun dışında Abbas’ın başarılı olması için Filistinlilerin koşullarının iyileştirilmesi gerekmektedir. Filistin halkı yaşamlarına ilişkin somut beklenti içindedir. Bu konuda da özellikle İsrail’in ve daha sonra da bölge ülkeleriyle ABD’nin vereceği siyasal destekle birlikte ekonomik destek de önemli olacaktır. İsrail’in Filistinlilere iş olanağı sağlaması Abbas’ın desteklenmesi ve Filistin içinde güçlenmesi için olumlu katkı sağlayacaktır. Ayrıca Abbas’ın Filistin içindeki reform sürecinde de başarılı olması gerekmektedir. Yaygın olarak söylenen Filistin yönetimi içindeki rüşvet olaylarına son verilmesi gerekmektedir. Bu hem Filistin halkının hem de farklı Filistinli grupların desteğinin sağlanması açısından önemli görülmektedir.

Aynı doğrultuda, İsrail’in de kesin olarak askeri operasyonlara ve belirli hedeflere yönelik eylemlere kesin olarak son vermesi gerekmektedir. Böyle bir girişim hemen karşılık bulacak ve şiddeti körükleyecektir.

Dış dinamikler açısından en büyük tehdit İran ve Suriye’dir. Bu iki ülkenin bölgede istikrarı etkileme gücü bulunmaktadır. Filistin içinde ya da Lübnan’da İran ve Suriye destekli silahlı gruplar bulunmaktadır. İran ve Suriye bu gruplar aracılığıyla İsrail’e yönelik şiddet eylemlerine girişebilir. Son dönemde ABD’nin İran ve Suriye üzerinde baskıyı artırmasının, Irak’taki güvenliği olumsuz etkilememeleri yanında barış sürecine de karışmamaları yönünde bir uyarı olarak düşünülebilir. Bölgede, İran’a göre zayıf halka konumundaki Suriye üzerindeki baskı artırılarak bu yönde olumlu bir katkı sağlanabilir.

Konunun Türkiye bağlantılı bir diğer boyutu arabuluculuk konusunda, Mısır’ın ön plana çıkması olmuştur. Filistin içindeki farklı gruplarla çok yakın ilişkisi olan ve muhtemelen ABD ve İsrail’in de onayını alan Mısır, bu süreçte arabuluculuk anlamında başarılı olmuştur. Bu da en son Abdullah Gül’ün İsrail ve Filistin ziyaretiyle yoğun olarak tartışılan Türkiye’nin taraflar arasında arabuluculuk rolü konusundaki beklentilerin fazla iyimser yaklaşımlar olduğunu göstermiştir.

Bu ilk aşamanın başarılı bir şekilde devam edip sorunun temel konularına inildiğinde, sürecin yeniden tıkanma olasılığı bulunmaktadır. İsrail’le mücadele yöntemi olarak Abbas’ın Arafat’tan farklı bir düşünceye sahip olduğu açıktır. Abbas, şiddetin Filistin tarafının elini zayıflattığına inansa da, temel konularda ne Arafat’tan ne de Filistin halkından farklı düşünmesi mümkün değildir. Abbas’ın da; Kudüs’ün statüsü, sınırlar, mülteciler gibi konularda masada taviz vermesini beklemek de doğru olmaz. Barışın geleceğine ilişkin olarak, çözüme adım adım ulaşılabileceği söylenebilir.

Thursday, February 03, 2005

Filistin Lideri Abbas İlk Yurtdışı Turunda

Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, seçilmesinin ardından geçen hafta çıktığı ilk yurtdışı gezisinde, Mısır ve Ürdün’den sonra Rusya’ya gitmişti. Tüm bu ziyaretler genel olarak Abbas yönetiminin uluslararası alandaki ve Filistin içindeki prestijini artırma çabaları olarak değerlendirilebilir. Bu girişimler içinde, Abbas’ın üniversite eğitimini de almış olduğu Rusya’ya yaptığı ziyaret anlamlıydı. Mahmut Abbas, “Yol Haritası”nın uygulanmasından yana ve dolayısıyla planın hazırlayıcısı “Dörtlü” (BM, ABD, AB, Rusya) grubunun üyelerinden Rusya’nın desteğini kazanmaya çalışmaktadır.

Abbas uluslararası prestij sağlama yönündeki bu çabaları çerçevesinde Ankara’ya da gelmiştir. Bizzat Abbas tarafından Ankara gezisi “bilinçli bir tercih” olarak ifade edilmiştir. Ziyaret bir anlamda Abbas yönetiminin seçimler öncesinde Türkiye’nin vermiş olduğu desteğe bir teşekkür niteliği de taşımaktadır. Ancak Ankara ziyareti, prestij kazanma çabasının da ötesinde, geçen ay içinde Abdullah Gül’ün İsrail-Filistin ziyareti sırasında gündeme gelen Türkiye’nin İsrail-Filistin sorunundaki olası rolü konusunu yeniden gündeme getirmiştir. Mahmut Abbas’ın, Cumhurbaşkanı Necdet Sezer’le gerçekleştirdiği ortak basın toplantısında da, Türkiye’nin barış sürecindeki rolüne vurgu yapılmıştır.

Aynı gün içinde, İsrail Genelkurmay Başkanı Moşe Yalon’un askeri işbirliği konularını görüşmek için Ankara’ya gelmesi de Türkiye’nin denge politikasına ve bu süreçte oynayabileceği role işaret etmektedir. Aynı doğrultuda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da önümüzdeki aylarda İsrail ve Filistin’e bir ziyaret yapacak olması, her iki tarafla da yakın ilişkilere sahip Türkiye’nin bu yöndeki istekliliğini ve etkin rol arayışını göstermektedir.

Mahmut Abbas’ın, Filistinli silahlı gruplar arasında ateşkes sağlanması ve İsrail’e karşı düzenlenen şiddet eylemlerinin azalması yönündeki başarılı adımları elini İsrail’e karşı güçlendirmiştir. Bu kazanımları takiben gerçekleşen yurtdışı ziyaretleri kendisinin hem Filistin içinde hem de uluslararası toplumdaki konumunu güçlendiren girişimler olmuştur. Ancak Abbas yönetiminin bundan sonraki süreçte, başarı ya da başarısızlığı konusunda belirleyici olacak konu Filistin içinde kontrolü sağlayıp sağlayamayacağı olacaktır.